15 Temmuz nasıl tahlil edilmeli?

Tolga GÜRAKARAna akım medyada haftalardır bir itirafçı dalgasıdır sürüp gidiyor. Anlatılanlar incir çekirdeğini dolduracak cinsten değil. Zira yer verdikleri tüm bu söylemler kişisel mağduriyetler üzerinden inşa ediliyor,...

Tolga GÜRAKAR

Ana akım medyada haftalardır bir itirafçı dalgasıdır sürüp gidiyor. Anlatılanlar incir çekirdeğini dolduracak cinsten değil. Zira yer verdikleri tüm bu söylemler kişisel mağduriyetler üzerinden inşa ediliyor, yakın tarihin namuslu bir özeleştirisini içermiyor. Hele ki AKP’nin 17-25 Aralık öncesinde Gülen Cemaati ile olan yakın mesaisi, bu kapsamda altına birlikte imza attıkları Ergenekon ve Balyoz gibi siyasi operasyonlar ya da rantı paylaşmaya dönük kimi ticari ihaleler tamamen kapsam dışında tutuluyor. Yandaş medya açısından ise bu zaten böyle, dolayısıyla bizleri şaşırtmıyor. 

Ancak iktidar-bilgi-söylem üçlemesi üzerinden işleyen bu mekanizma, oldukça yüzeysel ve maksatlı tüm bu yayınlar eliyle bir dezenformasyon işlevi görüyor, bilgi bulanıklığına yol açıyor. FETÖ yapılanmasının tarihteki izlerini bir tarafa bırakarak yeni bir tarih yazımına soyunuyor. Ona, Erdoğan fotoğraflı Türk bayrakları ve “başkomutan Erdoğan'' söylemleri gibi görsel ya da sözel  “yeni'' semboller kazandırıyor. Günümüz iktidar çevrelerinin geçmişteki hatalarının AK-lanmasına yarıyor. Onları adeta aforoz ediyor. Tüm bunların sonucunda da halihazırdaki iktidar tarafından “makbul'' görülen “bilgi'' ve “söylemler'' eliyle sıfır kilometre bir iktidar kurumsal ölçekte devlet içerisinde ve bilişsel ölçekte zihinlerde yeni baştan üretiliyor. 

Oysaki 15 Temmuz’da yaşananlar Türkiye’nin son iki buçuk asırlık çağdaşlaşma tarihine yolculuk yapmadan anlaşılamaz. Burada III.Selim dönemini milat kabul eder ve günümüze doğru II. Mahmut, Tanzimat ve Islahat, I. ve II. Meşrutiyet ve son olarak da Cumhuriyet’in kuruluşu gibi temel tarihsel dönemleri mercek altına alırsak, kategorik anlamda İslamcı siyasetlerin dönemin düvel-i muazzaması ile işbirliği içinde olduğu, aydınlanmacı anlayışın karşısında konumlandığı, özetle karşı devrimci bir yol tuttuğu açıkça görülecektir. 

Ancak bizim asıl odaklanmamız gereken süreç II. Dünya Savaşı sonrasında başlayan ve onu takip eden yıllarda kızışan Soğuk Savaş döneminin Türkiye üzerindeki sözde “komünizm'' tehdidine karşı izlenilen politikalarda saklıdır. Bu; 70’lerin hareketli günlerinde yükselen solun kitleselliğinin bastırılmasına yönelik devlet eliyle yol verilen Komünizmle Mücadele Dernekleri ve İlim Yayma Cemiyeti benzeri yarı-istihbari yapılandırmalarda, sola karşı devlet kadrolarının kimi tarikat mensuplarına emanet edilmesinde ve siyasal İslamcıların ortağı olduğu kimi koalisyon hükümetlerinde apaçık görülmektedir. Öncelikle Nurcuların teşkil ettiği ve bir kadro hareketi olan Gülen cemaati ile omurgası Nakşibendiliğe dayanan Milli Görüş siyasal hareketi arasında 80 öncesinde kimi yakınlaşmalar olmuş olsa da, özünde her iki bu hareketin farklı fay hatlarına sahip olduklarının altı çizilmelidir. Ancak 60’ların ikinci yarısında devlet eliyle devreye alınan bu “İslamizasyon'' projesi, 80’lerle birlikte SSCB’yi perdeleme planı olan yeşil kuşak projesi ile bir kez daha örtüşmüştür. 12 Eylül darbecilerinin kabul ettiği Türk-İslam sentezi ise gerek geçmişte devlet içerisine konumlandırılmış başta Fethullahçılar olmak üzere tüm İslami gruplara gerekse de siyasal İslam’ın yegane temsilcisi konumundaki Milli Görüş hareketine daha geniş bir hareket serbestisi yaratmıştır. Nitekim 2000’lerin hemen başında Milli Görüş hareketi içerisinde ortaya çıkan çatlaklar, batının küreselleşme ile uyumlu piyasa dostu “yenilikçileri'' ile cemaatin yollarını çok daha sağlam temeller üzerinde kesiştirmiştir. AKP de Türk siyasal tarihine adını Nakşibendi-Fethullahçı geniş tabanlı koalisyonunun bir temsilcisi olarak yazdırmıştır.   
 
Sonuç olarak 15 Temmuz darbe girişimi sırasında ve hemen sonrasında yaşananlar, bugün halâ aydınlatılmayı bekleyen kimi kara delikler içermekle ve iz sürülmesi elzem olmakla beraber konunun yalnızca teknik yönünü oluşturmaktadır. Ancak tarihsel arka plan bizlere çok daha geniş çerçeveli bir resim sunmaktadır. O resimde gördüklerimiz ise Fethullahçıların devlet kadrolarına örtülü biçimde sızdıklarını değil, aksine buralara planlı ve sistematik biçimlerde yerleştirildiklerini tüm olgularıyla göstermektedir. Benzer şekilde Türk siyasal yaşamında aynı dönemlerde siyasal İslamcı partinin de öne çıkartılmış olması tesadüf değildir.   

Ancak çerçevesini yukarıda çizdiğimiz bu resim Siyasal İslam’ın bugünkü temsilcisi olan AKP açısından oldukça tehditkardır. Çünkü ona yöneldikleri an on yıllardır “ötekileştirildikleri'' iddiasıyla savuna geldikleri mağduriyet söylemleri temelden çökecektir. Aksine ötekileştirilenlerin başta Türkiye’nin kurucu felsefesi olmak üzere, onu kılavuz edinen çağdaş, aydınlanmacı bir kadro olduğu açığa çıkacaktır. 12 Mart ve 12 Eylüllerde gerçekte kendilerinin değil ilerici-yurtsever zihniyetin yargılandığı, hapislere atıldığı, TSK’dan uzaklaştırıldığı ve hatta siyasi cinayetlere kurban gittiği tüm çıplaklığıyla görülecektir. Kendilerinin tüm bu askeri darbelerin birer sonuçları oldukları ve FETÖ örgütünü en azından 2002-2013 arası yıllarda nasıl daha da semirttikleri anlaşılacaktır. Özetle 2002 yılının 3 Kasım’ı kendilerinin çevreden merkeze yürüdükleri bir tarih olmaktan çıkıp, gerçekte merkezden çevreye doğru yürümelerine yol verilen bir tarih olarak yazılmaya başlanacaktır.

Evet, Türkiye 15 Temmuz’da büyük bir tehlikeyi başta Tayyip Erdoğan’ın dik duruşu ile püskürtmüştür. Bugün için Erdoğan, başta Amerika olmak üzere tüm batı dünyası tarafından “istenmeyen adam'' ilan edilmiş olması sebebiyle dış ve iç müttefiklerini yeniden gözden geçirmektedir. Dolayısıyla Rusya ile başlayan yakınlaşmalar, Suriye ile yakın bir zamanda düzeleceği tahmin edilen ilişkiler ve yakın çevresinde telaffuz edilmeye başlanan ŞİÖ ittifakı, kendisinin önündeki en yakıcı mecburiyetlerdir. Ancak kanımca Türkiye doğru bir hedefe yanlış bir kaptanla yol almaktadır. Zira OHAL ilanının hemen ertesinde Kanun Hükmünde Kararnameler üzerinden yürürlüğe konulan başta TSK’nın yapısındaki değişiklikler ve kimi kritik özelleştirmeler bizleri bir kez daha şapkamızı önümüze alıp düşünmeye sevk etmelidir. Nasıl ki Yenikapı’dan bir demokrasi çıkmayacaksa Erdoğan ve onun önderlik ettiği siyasal İslam’dan da anti-emperyalist bir duruş çıkmayacağı unutulmamalıdır. Aksi halde “yetmez ama evetçilerin'' bir zamanlar düştükleri duruma düşülür ki, bunun psikolojik bedeli Türkiye’ye çok ağır olur.  

tolgagurakar@gmail.com  

İlk yorum yazan siz olun
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.

ABC Kritik Haberleri

100. Yıl törenleri ve Cumhuriyet'i sahiplenme
Merve Dizdar, teşekkür konuşmasında Erdoğan'a övgüler sıraladı, ne olurdu?
Mitingi kalabalık göstermek için hangi hileleri deneyip yakalandılar?
İşte 4 Şubat 2022 tarihli Resmi Gazete'deki karar
Atatürk, İnönü, Özal ve Demirel'in cumhurbaşkanlığı geçerli değil mi?