İnsanoğlunun dil ile macerası ilginçtir. Bebeklikten çocukluğa geçiş dilin çözülmesiyle başlar. Önce çevresinden işittiği düz sözcükleri kullanır çocuk, sıfatlar daha sonra dile yerleşir. Dilin renklenmesi için ise okumayı öğrenmek gerekir.
Okumayla ilişki kuramamışların dili, sayısı fazla olmayan sözcüklerle sınırlı kalır.
Bazı sözcükleri çoğumuz aileden veya çevreden işiterek değil okuduğumuz metinlerden öğreniriz.
Sanıyorum ‘sürtük’ sözcüğü bana Hüseyin Rahmi Gürpınar romanlarının hediyesidir.
Türkçe Sözlük ‘sürtük’ sözcüğünü şöyle tanımlıyor:
isim Vaktini çok gezerek geçiren, evinde oturmayan kadın:
“Bu sürtüğü oğluma almak da sonunda ne çıkacağı belli olmayan bir felakettir.” – Hüseyin Rahmi Gürpınar
İsim Aynı anda birden fazla kişiyle gönül eğlendiren kadın. İsim Kaba konuşmada, hayat kadını.
Mehmet Doğan’ın ‘Büyük Türkçe Sözlük’ eserinde aynı sözcüğün karşılığı şöyle:
Sürtük [s.] 1. Vaktini boş ve gayesiz şekilde evi dışında dolaşarak geçiren ahlaken zayıf (kadın). Fahişe.
Sürtüklük [i] Sürtük olma hali; fâhişelik.
Üşenmedim, İlhan Ayverdi hanımın ‘Misalli Büyük Türkçe Sözlük’ adlı eserine de baktım. Orada aynı sözcüğe bir başka anlam daha ekleniyor lakin ben sizin de zihniniz yorulmasın diye o ayrıntıyı kendime saklıyorum.
Netameli bir sözcük bu, sizin anlayacağınız.
Ülkemizin yeni yetişmekte olanlarının büyük bölümü dün o sözcüğü ilk kez Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın ağzından işitti.
Partisinin grup toplantısında dokuz yıl öncesinin Gezi Parkı eylemlerini hatırlatırken sarf ettiği cümlesini aynen aktarıyorum:
“Düşünün: Dolmabahçe Valide Sultan Camii’nin içinde bu eşkıyalar, bu teröristler, bira şişeleriyle, bira kutularıyla adeta caminin içini pislemişti. Bunlar böyle. Bunlar çürük, bunlar sürtük.”
Cümleyi ilk kez ağızdan çıktığında işittiğimde benim aklım ilk önce ‘sürtük’ sözcüğüne değil, o sözcüğün kullanılma sebebi olan cami içerisinde bira şişeleri bulunduğu kısma takıldı.
Gezi Parkı eylemleri henüz Taksim çevresini betonlaştırmayla sonuçlanabilecek değişiklikler planlandığı ve bu amaçla parktaki ağaçların kesilmeye başlandığı duyulduğunda var olanı koruma amaçlı gece nöbeti tutulması ile sınırlı iken o iddia gündeme gelmişti.
Öyle bir olayın yaşanabileceğine, bu ülke insanının ‘kutsal’ konusuna yaklaşımının en lakayt olanlarda bile buna izin vermeyeceğini bildiğim için, inanmamıştım.
Nitekim, olayın geçtiği iddiasına muhatap olan caminin müezzini iddianın doğru olmadığını söylemekten çekinmedi. [Müezzinin bu tanıklığı sonrasında oradan başka bir camiye sürgün edildiği haberleri çıktı, onlara inanmak istemedim.]
İddia zamanında çok tartışıldı, o yüzden iddianın doğru olmadığına dair din görevlisinin tanıklığı da iddiadan daha da fazla paylaşıldı.
Cumhurbaşkanı Erdoğan camide bira içildiği veya bira şişeleri bulunduğu iddiasının doğru olmadığına dair açıklamayı işitmemiş olabilir mi? İşittiği halde görevi gereği bilebilecek durumdaki bir din adamının tanıklığını mı geçerli saymadı acaba?
Kabataş’ta başörtülü genç bir annenin garip kıyafetli bir güruhun sözlü saldırısına uğradığı, o kişilerin çocuklu kadının üzerine işediği yolunda bir haber de aynı dönemde gündeme gelmişti. O zaman yazarı olduğum gazetede olayla ilgili görüntülerin varlığından söz eden haber ve yazılar da çıktığı halde, öyle bir olayın yaşanmış olabileceğine inanmamış, iddia sahibi genç kadının ifadesini yeni doğum yapmış bazı kadınlarda rastlanabilen ‘postpartum sendromu’ ile yorumlayan bir yazı yazmıştım.
O iddianın da doğru olmadığını biliyoruz.
‘Post-partum sendromu’ için bir hastanenin sitesinde şu bilgiler veriliyor:
“Nedeni kesin olarak bilinmemekle birlikte kadında doğumla birlikte ani gelişen hormonal değişiklikler, doğum süreciyle ve bebekle ilgili endişeler ve annelik rolünün kadına getirdiği sorumlulukların farkındalığı suçlanmaktadır. (..) Doğum sonrası depresyon, doğumdan sonraki ilk 4 hafta içinde ortaya çıkan major depresif bozukluktur. Yetişkin annelerin %7-17’sinde, ergen annelerde ise %26 oranındadır.”
[Yazım o zaman “Olur mu, olmaz mı?” denkleminde tartışılmıştı da. O tartışmadan bir örnek…]
Gezi Parkı olayına Başbakan Tayyip Erdoğan’ın hükümeti devirmeye yönelik bir girişim teşhisi koyduğu ve bu sebeple hükümetin eylemi polisiye tedbirlerle bastırma yoluna gittiği biliniyor. Orantısız güç kullanımı ve eylemlere kışkırtıcı tiplerin de müdahil olmasıyla olay çığırından çıktı. Ağaç kesimine ve meydanın betonlaşması ihtimaline verilen tepki hükümet karşıtı protesto gösterilerine dönüştü, çıkan çatışmacı ortamda hayatını kaybedenler oldu.
Gezi’yi sonradan aldığı biçimiyle hatırlıyor Cumhurbaşkanı Erdoğan.
Önceki gün Gezi Parkı eylemlerinin 9. yıldönümüydü, anma girişimine kalkışanlara en sert biçimde müdahale edildi.
‘Sürtük’ sözcüğü de anma girişimine cevap olarak dün kullanıldı.
Acaba o sözcüğü ilk kez ve Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın ağzından işitenler, sözcüğün sözlük anlamını öğrendiklerinde ne hissetmişlerdir?
Hüseyin Rahmi romanlarıyla büyüyen benim neslim için o sözcüğün karşılığı ile eyleme katılanlar arasında bire bir ilişki kurmak hayli zor.
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ı takdir eden, AK Parti’ye oy veren -hala takdir etmekte ve oy vermeyi düşünmekte olan- insanların da, sözcüğün sözlük anlamını biliyorlarsa, şaşkınlık yaşadıklarını sanıyorum.
Herkes her olaya aynı anlamı yüklemeyebilir. Gezi’yi insanların demokratik protesto hakkı ile irtibatlayanlar olduğu gibi, onu iktidara karşı bir kalkışma olarak görüp değerlendirenler de çıkabilir.
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın ikinci grupta olduğunu biliyoruz.
Ancak farklı düşünenleri suçlarken meramı çok aşan ifadeler kullanılmasını, kadınlara ağza alınmaması gereken sıfatlar yakıştırılmasını anlamakta kendi hesabıma zorlanıyorum.
Filmler ve dizilerde ‘+18’ uyarısıyla verilmeyi hak eden bir sözcüğü günlük siyaset diline sokmamak gerekirdi.