Rusya’nın komşusu Ukrayna’yı işgale kalkışmasıyla başlayan savaşta 100 gün aşıldı. Dünya ile birlikte bizler de üzerlerine füze yağdırılan kentlerdeki yıkımı gün be gün izlemekteyiz. İki taraftan da insanlar ölüyor.
Böyle bir savaşın günümüzde çıkabilmesini anlamakta zorlanıyorum.
Ukrayna yalnız komşusu değil Rusya’nın, insanlarıyla Ruslar arasında yakın akrabalık bağları var. Kremlin Ukraynalıların aslında Rus olduğu iddiasında. Sovyetler Birliği döneminde Ukrayna da oranın sınırları içerisindeydi.
Tarih ve yakınlık bir tarafa bırakıldı, ihtilaf savaşla çözülmeye çalışılıyor.
Benzer bir durum tarafları arasında Suudi Arabistan ve İran’ın da bulunduğu Yemen’deki savaşta da görülüyor.
Din kardeşliğinin işe yaramadığını Yemen’de yaşananlardan çıkarmak mümkün.
Komşumuz Suriye’de de on yılı aşan bir süredir kardeş kardeşi öldürüyor.
Bu gelişmelere bakarak dünyanın yarınları için karamsar olmamak elde değil.
Ukrayna’da, Yemen’de ve Suriye’de gözlemlenen her yerde her zaman tekrarlanabilir.
Hassas insanlara geceleri uyku kaçırtan kanlı olaylar bunlar.
İzlerken, insan kanı dökülen, uygarlık eserlerinin yok edilmesi ve geleceğin karartılmasıyla sonuçlanacağı kesin olayların çıkabilip sürdürülmesinin yine insan eseri olduğu aklımdan hiç çıkmıyor.
Öldürme emrini bunu yapabilecek konumda olan insanlar veriyor. Başka insanlar verilen emri yerine getirmeyi görev biliyor. Onların emrindeki eli silahlı kitleler karşılarındakilerin kimliğine aldırmadan üzerlerine ölüm yağdırabiliyor.
Daha önceleri de bize fazla uzak olmayan coğrafyada kanlı olaylar yaşandığını elbette biliyorum. İnsanoğlu tarih boyunca ‘barış’ sözcüğü üzerine güzellemeler yaparken hep kan da akıttı. Milyonlarca insanın hayatını kaybettiği son büyük savaşın üzerinden henüz bir yüzyıl geçmedi. Sonrasında dünyaya ‘barış’ getirmesi beklentisiyle kurumlar ve örgütler oluşturuldu, lakin kan durmadı, durdurulmadı.
Yine de Ukrayna, Yemen ve Suriye örnekleri sözgelimi 20 yıl önce bugünler üzerine ahkam kesilirken öngörülebilecek gelişmeler değildi.
İnsanın insana acımasızlığı yüzünden ileride kim bilir daha neler yaşanacak.
Yazının burasında zihnime birkaç ay önce Kremlin’den Rus televizyonu aracılığıyla dünya gündemine giren görüntüler üşüşüyor.
Vladimir Putin Ukrayna’ya Rus askerlerini gönderdiğinin ertesi günü ülkesinin güvenlik konseyi üyelerini Kremlin’de toplamıştı. Erkek-kadın üyeler hepsine hakim bir yere koltuğunu yerleştirmiş Putin’in karşısında sandalyelerde oturuyorlardı. Tek kişilik kürsüde biri konuşuyordu. Konuşturulmuyor, Putin tarafından hesaba çekiliyordu adam.
Sergei Naryshkin. Ülkenin istihbarat başkanı. Diğer üyeler önünde azarlanıyor. Azarlandığı Rus televizyonunun canlı yayınında bütün ülkeye -bu arada dünyaya da- izlettiriliyor.
Lider tek önemli kişinin kendisi olduğunun bilinmesini istediğini belli etmek üzere o toplantıyı ve canlı yayını kurgulamış olmalı.
O görüntülerin bir gün önce başlattığı savaşın kaderini Rusya lehine etkileyeceği hesabıyla…
Her zaman haklı olan o. Kendisi dışında hiç kimse -istihbarat örgütü gibi Rusya ve benzeri ülkelerde herkesin önünden geçmekten bile korktuğu bir gücü temsil eden kişi dahi- önem taşımıyor.
Naryshkin belli ki alandan gelen istihbari bilgilerden hareketle başlatılan savaşın tehlikelerine işaret etmeye çalışmış. Liderin planladığının tersine çatışmaların kısa sürede kendilerinin üstünlüğüyle sonuçlanmayabileceği öngörüsünü paylaşmak istemiş. İki taraflı yıkımın, insan kaybının göze alınmaması gerektiğini de düşünmüş olabilir. Belki de, Ukrayna hamlesinin yalnız hedef ülkeyi ebediyen düşman haline getirmekle kalmayabileceğini, bu arada çevredeki başka ülkeleri de tarafsızlıktan vazgeçip NATO üyesi olmaya sevk ederek kendilerinin karşısında yer almaya yönlendirebileceğini de söyleyecekti adam. Muhtemelen, savaşın, doğalgaz zengini, yüklü yabancı para rezervine sahip Rusya’yı borç ödeyemez hale getirebileceğini de tahliline ekleyecekti.
Söyleyemedi. Lafı ağzına tıkadı Putin.
Putin onu dinlemek yerine, itiraza kalkıştığı ilk cümlesini Naryshkin’e yutkundurmaya kararlı görünüyordu.
Görüşünü onaylatmak için “Söyle, söyle Sergei, evet mi hayır mı?” diye sıkıştırıyordu onu.
İstihbarat şefi, ne yapsın, eveleyip gevelemeye başlıyordu.
Canlı yayında izledik.
Rus televizyonu ekranında bu olayı izlerken aklıma gelen, aradan 100 günden fazla süre geçtiği şu günlerde de bana aynı şeyi düşündürüyor. “Acaba demokratik bir ülkede böyle bir olay yaşanabilir mi?” sorusunu…
Mesela bizim ülkemizde?
Cevabım o zaman olumsuz olmuştu.
Sebebi şu: İlk Körfez Savaşı sırasında (1991) Cumhurbaşkanı Turgut Özal ABD’nin o zamanki başkanı George Bush’un (baba Bush) Irak’ı işgal projesine Türkiye’nin de katılmasını istemiş, dönemin başbakanı ve hükümetin bazı üyeleri onun karşısında yer almış, genelkurmay başkanı onun bu niyetini engellemek için istifayı göze alabilmişti. Benzer bir durum, yıllar sonra (2003) ABD başkanı George W. Bush (oğul Bush) Irak seferine çıkarken Türkiye’nin bütününü 60 bin askerini konuşlandıracağı üs olarak kullanmayı ve Türk Silahlı Kuvvetleri’nin de Amerikan ordusu yanında işgalde görev almasını arzu etmiş, ancak çoğunluğu AK Parti milletvekillerinden oluştuğu halde TBMM onun bu arzusuna geçit vermemişti.
Demokrasilerde sonradan pişmanlık getirecek türden yanlışlıklar kolay yapılamıyor.
Rusya, Yemen ve Suriye demokratik ülkeler değil.
Yanlışlıkları önleyici mekanizmalar demokrasilerde hala çalışıyor.
Ancak bu gerçeği tersine çevirecek ve demokrasiyi kötüye kullanma sonucunu getirebilecek bir ortama geçilme eğilimini bugünün dünyasında hissetmemek de mümkün değil.
Şu son beş yıl içerisinde öylesine vahim bir gelişmeye dikkat çeken ve uyaran çok sayıda kitap yayımlandı.
Konu neden şimdi aklıma geldi, onu da paylaşayım ve bu yazıyı öyle sonlandırayım.
AK Partililer bu hafta sonunu Kızılcahamam’da kampta ülke sorunlarını görüşmekle geçirdi. Milletin çektiği ekonomik sıkıntılar, iç ve dış politikada varlığı fark edilen yanlışlıklar, o zeminde, herhalde hiç çekincesiz katılımcılar tarafından dile getirilmiştir.
Demokratik ülkelerde olması gerektiği gibi.