‘‘Kral öldü, yaşasın yeni kral.’’
Monarşi ile yönetilen her ülkede en tepe yönetici olan kralın ölümü sonrasında yaşananlar aynen yukarıdaki tarihi değerlendirmedeki gibidir.
En tepe yönetici -yani kral- öldüğünde onun yeri daha cesedi soğumadan doldurulur.
Yerine kimin geçeceği çoktan bellidir çünkü.
Ölenin en büyük oğlu…
Dün de öyle bir gündü; İngiltere’de en tepe yönetici öldü, hemen ardından oğlunun onun yerine geçeceği açıklandı.
İngiltere’de tek fark, ölen en tepe yöneticinin kral değil kraliçe olması. Bir önceki kralın yerine geçecek erkek çocuğu yoktu, en büyük çocuğu olan kızı ‘2. Elizabeth’ adıyla kraliçe ilan edilmiştii. Çok uzun süren devlet başkanlığı süresince, eşi hep Kraliçe’nin iki adım gerisinde yer aldı.
Yeni devlet başkanı, ölen kraliçenin oğlu da, ‘3. Charles’ adıyla kral oldu.
Kraliçe, ölümünden sadece bir gün önce, onayı için bakanlar kurulu listesini kendisine getirmesi vesilesiyle ülkesinin yeni başbakanını kabul etmişti.
Her ölümlü gibi sonunda o da dünyaya veda etti.
96 yılın büyük bölümünü kraliçe olarak yaşadıktan sonra.
O süre içerisinde tam 13 değişik başbakana ‘‘Hayırlı olsun’’ demişti Kraliçe Elizabeth; en son kutladığı başbakan Liz Truss oldu. O da kendisi gibi bir kadın…
İngiltere’de kısa süre aralığında yaşanan, iki değişik yönetici belirleme tekniği örneği. Babadan oğula -son örnekte anneden oğula- geçen ve genellikle önceki kral veya kraliçenin ölümüyle gerçekleşen devlet yöneticisi yanında, bir de sandıktan iktidar olarak çıkmış bir partinin kendi içinden birini başına geçirmesiyle gerçekleşen ülke yöneticiliği…
Aynı ülkede iki farklı yönetici tipi…
Monarşilerde böyle oluyor.
O tür yönetimlerde, kralın veya erkek evlat olmadığında tahta oturan kraliçenin bütün özelliği, belli bir ailenin ferdi olması.
Kanı kırmızı akan sıradan insanlardan farklı olarak üyelerinin mavi kanlı olduğu düşünülen bir aileden birine devlet yönetiminin verilmesi, yani monarşi…
Halen başlarında birer kral -veya kraliçe- bulunan ülkeler var; çoğu da Avrupa’da bu ülkelerin…
Avrupa’daki kral veya kraliçeler başında bulundukları ülkelerin ırkından olmak zorunda değiller; genellikle hemen hepsi aynı aileden insanlar…
Kraliçe Elizabeth’in Alman, eşi Prens Philip’in de Yunan kraliyet aileleriyle akrabalık bağı olduğu biliniyor.
İngiltere -veya Büyük Britanya ya da Birleşik Krallık- ülkesinin insanları -hiç değilse büyük bir bölümü- bu durumu önemsemiyor. Ara sıra ‘‘Günümüzde krallık olur mu, gitsin bunlar’’ sesleri işitilse de, o talep genel bir tasvip görmüyor.
Oysa bir yüzyıl öncesine kadar kraliyet ailelerince yönetilen pek çok Avrupa ülkesi halkları onlarla yolunu ayırmayı ve cumhuriyet yönetimine geçmeyi tercih etmişti.
Girişi uzatmamın elbette bir sebebi var.
Biz de krallı -daha doğru ifadeyle sultanlı veya padişahlı- bir ülke iken cumhuriyet sistemine geçmiş bir ülkenin vatandaşlarıyız. Cumhuriyetimiz bir yıl sonra 100 yaşına basacak. Kimlerin bizi yöneteceğini dört veya beş yılda bir yapılan seçimlerde sandık belirliyor. Siyasi hayat içerisinde yer alanlar yönetime talip oluyorlar, bizler de vatandaşlar olarak onlar arasında tercihte bulunuyoruz.
Demokratik cumhuriyetlerde yönetimler böyle oluşuyor.
İki sistemden ilki, yani krallık sistemi, dıştan bakıldığında yönetimlerde bulunanlara daha cazip gelebilir. Bir kere başa taç geçtiğinde ölünceye kadar hep yönetimde kalmak gerçekten cazip bir durum. Her dört-beş yılda bir kendini ‘seçmen’ denilen sıradan insanların takdirine terk etmek zor bir iş.
Konunun bir de denge ve denetim mekanizmaları yönü var; demokrasilerde siyasilerin işi gerçekten zor.
Bıkabiliyor da insanlar, hem de çok kolay bıkabiliyorlar.
Anayasa ve yasalarla bağlı olmak da zaten zor olan yönetim işini daha da zorlaştırıyor.
Siyasilerden belli strandartlara uymaları, yönetimde yer aldıklarında standart dışı davranmamaları bekleniyor.
İngiltere’de partisine beklenmedik bir seçim zaferi yaşatmıştı Boris Johnson, lakin işte gördük, çevresinden birilerinin yaş gününü konutunda kutlattığı gibi bir gerekçeyle, başbakanlığının sonunu getiren bir süreç yaşandı.
Kral veya kraliçe olsaydı bugün hala yerinde kalmayı sürdürecekti oysa.
Liz Truss bugün ülkesinin başbakanı lakin o koltuğa oturabilmesi için bayağı sıkı bir mücadele vermesi gerekti. Ortaya ‘‘Adayım’’ diye atılan on kişi arasından sivrilmesi, sona kalan iki adaydan biri olduğunda kendini sıradan partililere sempatik göstermesi ve var olan ülke sorunlarının üstesinden gelebileceği izlenimi vermesi gerekti.
Kraliçe Elizabeth’in böyle bir zorunluluğu hiç olmadı; onun ölümü üzerine ‘kral’ olduğu ilan edilen Prens Charles’ın da o konumu elde etmek için bir çaba göstermesi gerekmedi. Yaşça kardeşlerinden büyük oğul olması yeterli bulundu.
Ülkemizde cumhuriyetin 100 yaşına gireceği önümüzdeki yıl yapılacak seçimin heyecanı siyaseti etkisi altına almış durumda. Ülkeyi yönetme kararında belirleyici olacak kitleleri etkilemek için çok yönlü çalışmalar yürütülüyor.
Ancak görüntüde hafif de olsa bir tuhaflık var. Cumhurbaşkanı seçeceğiz lakin onun kim olacağına bizler değil az sayıda insan karar verecek. Cumhur İttifakı’nın küçük ortağı Milliyetçi Hareket Partisi ‘‘Aday belli, karar net’’ sloganıyla ilk muhtemel ismin belirleyicisinin kendileri olduğunu ilan etti bile. Buna karşılık Millet İttifakı da ‘‘Aday 6’lı masa’da belirlenecek’’ formulüne kendisini bağlamış durumda; orada da adayı altı kişi belirleyecek.
Oysa, monarşi ile yönetilen ülkede, kimin başbakan olacağı zorlu bir yarış süreci sonucu belirlendi. ‘‘Ben adayım’’ diye ortaya çıkanlar partililere kendilerini beğendirmek için yarıştılar; sonunda kimin başbakan olacağını binlerce partili delege belirledi.
Size de bizdeki durum tuhaf gelmiyor mu?
Neden cumhurbaşkanı seçimine az sayıda insanın tercihiyle belirlenmiş iki adayla gidilsin ki? Neden çoklu bir adaylık süreci ve kitlelerin beğenisini yansıtan bir tercih sonucunda seçilmiş bir cumhurbaşkanımız olamıyor?
Cumhurbaşkanı Meclis’te seçilirken bile daha çok sayıda insanın -siyasinin- tercihi -oyları- söz konusuydu.
Bıraksınlar, kendilerini kimin yöneteceğine gerçekten halk karar versin.