Malum şu günlerde Türkiye arka arkaya sanatçıların konserlerini yasaklayarak, çok eskilerde kaldığını sandığımız kadim ‘yasakçılık geleneği’ni yeniden ihya etmiş bulunuyor.
Aynur Doğan, Niyazi Koyuncu, Apolas Lermi, Metin-Kemal Kahraman ve Melek Mosso’nun konserlerinin iptal edilmesinin ardından Mem Ararat’ın Bursa konseri de iptal edildi. Öyle anlaşılıyor ki iktidar, yeni yasaklarla yeni başarılara(!) imza atacak.
Aslında biz bu tür yasakların çok da yabancısı değiliz. Bunun en son örneği 12 Eylül darbe dönemidir. Kenan Evren’in baş mimarı olduğu askeri darbe döneminde kitaplar yakılmış, müzikler susturulmuş, filmler, gazeteler hatta mizah dergileri kapatılarak gülmek bile yasaklanmıştı. Ruhi Su’nun, Cem Karaca’nın, Yeni Türkü’nün, Zülfü Livaneli ve Selda Bağcan’ın susturulduğu o dönemin fotoğrafı hala hafızalarımızda canlılığını koruyor.
Açıkçası bugünlerde konserlerin ‘güvenlik gerekçesi’ ile yasaklanmasından endişeye kapıldığımı söylemezsem yalan olur. Bilindiği gibi 12 Eylül’de de sanatçılar ve şarkıları memleketin ‘bekası’nı korumak için yasaklanmıştı.
Biraz bencilce olacak ama Caz sever biri olarak, 25 Haziran’da başlayacak olan İstanbul Caz Festivali’nde de benzer yasakların gelmesinden endişe ediyorum. Çünkü Cazın özgürlüklerle çok derin bağları bulunuyor. Bu yüzden, genellikle otokrat liderler cazdan pek hazzetmezler.
Elbette hiçbir sanatçının ve şarkının yasaklanmasına gönlüm razı olmaz, ama bu sisli hava böyle sürer ve sonunda ‘Caz’a da dokunurlarsa nasıl bir duygusal kırılma yaşarım doğrusu tahmin bile edemiyorum. Zira İKSV’nin bu yılkı Caz Festivali’ne Caz’ın efsane sesi Dianne Reeves, Melody Gardot, üç farklı nesli caz ve rock gitarcılığı ile tanıştıran gerçek bir müzik üstadı John McLaughlin geliyor.
Günümüzün caz vokalde dünya çapındaki en önemli divalarından birisi olan Dianne Reeves’i en son 2005 yılında İstanbul’da dinlemiştim. Yağmurun gözyaşlarını zor tuttuğu bulutların utangaç çağrıları altında, uzaklardan gelen Reeves’in sesi o gece beni adeta ilahi bir aleme taşımıştı. Sağ omuzumda bir meleğin sessizce mırıldandığını duyar gibiydim…
Dianne Reeves, notaya ve sözcüğe dönüştürmek üzere aldığı her nefeste, sanki gecenin büyüsünü bozmamak için özel bir gayret sarf ediyordu. Eminim büyü bozulmasın diye o geceyi yaşayan herkes oturduğu yerden hiç kalkmak niyetinde değildi.
İşte böylesine zengin bir kültürel çeşitliliğe sahip olan bir ülkede hala sanata yönelik yasakları konuşuyor olmak doğrusu insana ıstırap veriyor. Neyse ki genç kuşaklar, 21. Yüzyılda bile hala yasakları savunan zihniyetle arasındaki mesafeyi giderek açıyor, bu umut verici…
Şimdi, yaşadığımız çağdan geriye doğru koşan ama bu arada birilerine çelme atmaktan da bir türlü vazgeçmeyenlere aldırmadan yeni şarkılara yüreğimizi açmaya devam ediyoruz. Ve 5 Temmuz’da İstanbul’da, Ella Fitzgerald, Billie Holiday, Sarah Vaughan ya da Carmen McRae gibi ünlülerin isimleriyle özdeşleşen kadın caz vokal geleneğinin son temsilcisi Reeves’i dinleyeceğiz.
Orhan Kahyaoğlu’nun 2001 yılında Radikal-2’de yazdığı yazıdaki şu tespiti inanıyorum ki Reeves’in müziğini anlamada önemli bir katkı sağlayacaktır:
“Onun, diğer ustalara oranla daha eklektik bir caz algısı var. Afrika, Brezilya ve Karaib müzik ve vokalinin izlerine, hemen her yorumunda sıkça rastlanır. Gospel ve R&B, sesindeki hüznün kökleri gibidir. Ama, tüm bu izlere ek olarak klasik müzik geleneği ve popüler kaynaklardan devamlı yararlandığını herkes bilir. Bu noktada, kendisi için 'modern' bir yorumcu demek en doğrusudur. Daha çok bir öykü anlatıcısıdır. Üç oktavlık sesi, repertuarına aldığı cazdan pop'a ve Latin müziğe uzanan şarkılarına tamamen kendinin olan bir üslup taşıyabilen nadir caz şarkıcıları arasındadır.”
Norman Mailer, der ki: "Bir kimse ya başkaldırır ya da uyuşur." Eğer sonsuza dek susmak niyetinde değilsek, zihinlerimizin uyuşmayan diplerinde sanatın özgürleştirici sesi için küçük de olsa bir yer varsa, insan olmanın erdeminden hala umut var demektir…