El alemin derdi, seni mi gerdi…
‘Sıla ne yana düşer usta, gurbet ne yana…’
Ömrünüzün yarısı Türkiye’de, yarısı İsveç’te geçmiş…
Yaşamınızın sonlarına doğru, somon balıkları gibi doğduğunuz sulara dönüyorsunuz..
‘Gitmekle gitmiş olmuyorsun;gönlün kalır, aklın kalır, anıların kalır…’ diyor şair… Türkiye’de, sakin bir sahilde bir süre yaşadıktan sonra, gel, gitler başladı yine…
Soruyorsunuz kendinize: Bu bölünmüşlük içinde senin ülken hangisi?
Kimsin ve nereye aitsin?
Öyle ultra milliyetçilikler de size göre değil…
Türkiye’de doğmuş, büyümüşsünüz, ana yurdunuz burası; tamam…
Ama, altı delik ayakkabı ile gittiğiniz ülke sizin karnınızı doyurmuş, ekmek vermiş, iş vermiş. Çifte yurttaşsınız ve iki ülkenin de pasaportunu taşıyorsunuz.
Kimse, ille de bir yere ‘ait’ olmanızı beklemesin sizden..
Özlem başlıyor yeniden. Evim, çocuklarım, anılarımın yarısı orada. O ülkede, güvendiğiniz, yiğit, özverili arkadaşlarınız olmuş. Bürokratik işleriniz var. Haydi, bir süreliğine de olsa yeniden İsveç....
Sağ elimin orta parmağında da günlerdir dinmeyen bir sızı var.
Türkiye’nin kaktüs dikenlerini birlikte götürmüşüm.
Derler ki: Kalabalıkların ortasında da yaşasalar, yüreğinde yalnızlık duygusu taşıyanlar, kendilerini çiçeğe, toprağa verir; saksılarda gül, sardunya, reyhan yetiştirirler...
O konularda yetenekli biri değilim. Ben sadece balkonda kaktüs yetiştirebildim.
Gül, dikensiz olmaz da, kaktüs dikensiz olur mu?
‘Kaynanadili’ de derler ona. Bizim Çukurova’daki adı ‘eşek inciri’dir.
Elime batan kaktüs dikenlerini birlikte götürdüm İsveç’e. İltihap yapmış, parmağım şişti. Kızlarım hemen sağlık ocağına yönlendirdi.
Durumdan vazife çıkaran biriyim ya, Korona günlerinde İsveç’in sağlık sistemini sorgulamayı koydum kafama..
Önce sağlık ocağındaki hemşire baktı parmağıma, ‘’Senin işin doktorluk, ben buna el süremem.’’dedi. ..
Beni bir sedyeye yatırdılar. Elinde neşterle doktor geldi. Düpedüz operasyon yapıyorlar parmağıma. Kedi, aynada bilmem neresini görünce yara sanırmış…Bir de gariplik çöktü içime. Kendimi ciddi ciddi ameliyata yatırılmış bir hasta gibi görmeye başladım. Soyka kalasıca türküler; bir de hastane türküsü gelip oturmaz mı dilime:
‘’ Hastane önü mermer döşeli
Doktorlar geliyor eli şişeli
Üç gün oldu ben bu derde düşeli
Oy nenni, nenni, askerim nenni!’’
Doktorla sohbet ediyoruz o arada. Bir sağlık müfettişi gibi sorular yöneltiyor, İsveç’in özellikle Corona günlerindeki sağlık politikalarını sorguluyorum.
Doktor, sakin sakin yanıt veriyor. Nisan, Mayıs aylarında Coronadan yüksen sayılarda ölü vermelerine karşın durumu toparlamışlar. Bazı günlerde hiç ölen olmuyor; bazı günlerde de ölü sayısı biri, ikiyi geçmiyormuş. Kafamda bu yazıyı yazmayı tasarladım bile.
Görsel malzeme olsun diye bir de doktorla birlikte fotoğraf çektirmek gerek değil mi?. Doktor,isteğime karşı çıkıyor:
‘’Biz sağlık hizmetlerimizi şov malzemesi olarak kullanmıyoruz.’’
Biraz ağır oldu. Eşek değilim ya, anladım herhalde.
Yanılmamışım. Bu kez doktor soruyor:
‘’ Korona tedavisi yapmıyorlar denilerek İsveç’ten, Türkiye’ye ambulans uçakla götürülen bir hasta vardı, ne oldu onun durumu? Türkiye’de nasıl gidiyor Corona ile mücadele?’’
İkinci ülkemde, birinci ülkem adına başımı önüme eğip susuyorum.
Sargılı parmakla sağlık ocağından ayrılırken kızıyorum kendime:
Sana ne İsveç’in sağlık sisteminden?
El alemin derdi, seni mi gerdi?
Boşboğazı fırına atmışlar, odunlar yaş demiş;
kuru odun atmışlar…
YORUM YAZ
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.