Ali Haydar Nergis
Ali Haydar Nergis - Ömrüm, Ömrüm! (Hastane Odasında)

Ömrüm, Ömrüm! (Hastane Odasında)

68 Kuşağı devrimcilerden ve bizim 78lilerden çok az insan kaldı gurbet köşelerinde…

Ağabeylerimizden çoğu, devrim hayalleriyle; beyin kanamasından, kalp krizinden, kanserden ölüp gittiler.

Bizim 78lilerden sağ kalanlar, son demlerinde, bir sahil kasabasında, küçük bir evde dingin bir yaşam sürdürmeyi, bahçede domates, biber yetiştirmeyi düşledi. Onların da çoğu bu düşlerini gerçekleştiremeden öldü!...

Ben, o kuşağın hâlâ yaşama kafa tutanlarındanım.

On yıl önce geçirdiğim kalp rahatsızlığını postu deldirmeden atlattım; kalbime 2 metal parçacığı(stent) takıp eve yolladılar. Aradan on yıl geçti. Yine mızırdanmaya başladım. Baktılar ki olmuyor, bir gün, bir mektup yolladılar eve; Gel bakalım hoca, şu senin külüstür makineyi gözden geçirip yağına, pasına bir bakalım dediler. Yapılan kontrollerde, 2 damarda daha daralma saptandı. Yeni bir kalp krizi riskini ortadan kaldırmak için damarları açıp 2 stent daha takmayı önerdiler. Demirden korkan trene binmez, peki! dedim. Yatırdıkları sedyede güle oynaya sohbet ederek bilek damarından girdiler. Kalbe ulaşıp, 2 metalik stent daha taktılar; etti mi size dört stent...

9.5 milyon nüfuslu İsveçte her yıl 30 bin kişi kalp rahatsızlığı yaşıyor. Malmö Üniversite Hastanesinin kalp servisinde boş yer kalmamış. Beni, 2 kişilik bir odaya aldılar. Yerleştirmeden önce, oda arkadaşım, kadın öğretmen Evadan (gerçek adı değil) izin istediler.

Çocukluğumun geçtiği Binboğalar yöresinde bir söz var; Köy, köy üstünde olur; ev, ev üstünde olmaz… derlerdi.

Ben, başım önümde, mahcup bir halde Evanın onayını bekliyorum.

Eva, göz çukurları morarmış solgun yüzüyle gülümsüyor:

Olur elbette… Benim için fark etmez. Gece, odada yalnız da kalmamış olurum böylece…

Evanın bu davranışını, genetik kafa yapımın neresine oturtacağımı bilemiyorum.

Odada, önce sağlık sorunlarından, havadan, sudan konuşurken, Eva, beklediğim soruyu geciktirmeden soruyor:

Neler oluyor Türkiyede?

Neler olmuyor ki! demeye dilim varmıyor. Kem, küm ederek yuvarlak laflarla geçiştirmeye çalışıyorum.

Birden, Evanın bedenine bağlı kalp denetim aygıtından gelen, ortalığı çınlatan alarm sesiyle ürperiyorum!

Doktorlar, hemşireler, servis görevlileri koşuyor.

Evayı, apar topar yoğun bakım servisine götürüyorlar.

Endişe içindeyim. Bir daha geriye dönebilecek mi, bilmiyorum.

Hastane odasında yaşam öylesine pamuk ipliğine bağlı ki!

Evayı beklerken, yaşadığım o tuhaf rastlantı yeniden geliyor usuma.

Materyalist düşünmeye çalışan biri olmaya çalışmama karşın, bu rastlantıyı yorumlayamıyorum. Ağustos 2014 günü, facebook sayfamda paylaştığım, ölümü çağrıştıran tuhaf bir şiir yazmışım.

Bugün 16 Ağustos 2016. İki yıl sonra aynı gün, hastane odasındayım.

O tuhaf şiir şöyle:

ÖMRÜM/ ÖMRÜM

Hep geç kalmanın, 
Bir yerlere yetişememenin telaşı var içimde
Biliyorum, bir şeyler eksik kaldı bir yerlerde,


Bir gül nasıl açar dalında,
Güneş hangi yönden doğar, nerede batar, 
Anlayamadım 
Yaşamın en hızlı koşusunda
Yollarda kaldım 


Ey benin bahar yorgunu divane gönlüm,
Farkında mısın;
Ufukta akşam oluyor yavaş yavaş
Alıcı kuşlar dönüyor havada
Kilisenin çanı kimin için çalıyor.
Hoca kimin için selâ veriyor
Saf tutmuş bu bekleyenler kim, Bu uygunsuz zamanda giden kim?


Haydin oradan be!
Çekilin, gidin başımdan!
Ben gitmekten vaz geçiyorum.
Görecek güzel günlerim,
Yaşanacak sevdalarım var daha..


Bugün, Nazım Hikmetin Galip Ustası gibi, tuhaf şeyler düşünmekle meşhurum.

Yattığım yerden doğrulup yatağın içine oturuyorum.

Dikkatle ellerime, çıplak ayaklarıma bakıyorum.

Birden, bir gülme tutuyor beni; ellerime, ayaklarıma bakarken…

Eva yoğun bakımda. Ben hastane odasındayım. Ne uslanmaz, arsız adamım ben!

Sinirlerim bozulmuş olmalı.

Sağlık görevlilerinin meraklı bakışları altında, şeytan dürtmüşçesine o fıkrayı anımsayıp yeniden gülüyorum:

Adam 80 yaşına girdiği gün, sabahleyin kalkıp yatağının içine oturmuş.

Önce ellerine bakmış, Size teşekkür ederim sevgili ellerim. Bugüne dek, bir sorun çıkarmadan bana hizmet ettiniz. Yedirip, içirdiniz, giydirdiniz. Bu gün, doğum günümü birlikte kutlayacağız…

Sonra ayaklarına bakmış:

Size de teşekkür ederim ayaklarım; Yıllarca beni taşıdınız, koltuk değneklerine, tekerlekli sandalyeye gereksinme bırakmadan bu yaşa dek getirdiniz. Doğum günümde siz de benimle birlikte olacaksınız..

Daha sonra, üzgün bir halde önüne doğru bakmış:

Hayırsız! Sen de ölmeseydin, şimdi doğum günümü hep birlikte kutlayacaktık demiş…

***

Eva, öğle saatlerine dek kalıyor yoğun bakım servisinde.

Burnunda, kollarında hortumlar, serumlar içinde getiriyorlar odaya.

Yatağın içinde, bitkin bir halde, uzun süre kımıldamadan duruyor.

Ben, nefesimi tutuyorum rahatsız etmemek için..

Sonra, birden yaşama ve bana yeniden, Merhaba! diyor Eva.

Tutunduğu tekerlekli serum aracıyla lavaboya giderken, benden yardım istiyor, elimi tut! diyor . Elini tutuyorum. Eli buz gibi...

Daha yakından bakıyorum yüzüne. Yüzü bembeyaz olmuş. Göz çukurlarının etrafındaki mor halkalar daha da büyümüş. Odanın içinde dolaşırken, pencereden dışarıyı izlerken, açılan göğüslerini, eteğini gizleme gereği duymuyor. Evanın bu rahatlığını bana karşı bir umursamazlık olarak algılıyorum önce. Başımı hafif yana çevirip gözlerimin takılmasını önlemeye çalıştığımda, gülümsemeyerek, Rahat ol Ali, şu anda, ikimiz de aklımızdan başka şeyler geçirecek durumda değiliz… diyor…

Yutkunup susuyorum...

Eva, Malmö Müzik Yüksek Okulunda piano öğretmeni.

Yataklarımızın arasında küçük bir masa, masanın üzerinde de, bütün hastane odalarında olduğu gibi, iki bardak ve bir sürahi var…

Bir şeyler söylemiş olmak için,

Şimdi nasılsın? diye soruyorum.

Ağrılarım biraz dindi, şimdi daha iyiyim diyor…

Cep telefonuna uzanıp eşini arıyor:

Biliyor musun Henrik, sen gittikten sonra fenalaştım; ölümle yaşam arasında gidip, geldim!…

Konuşmasının bir yerinde gözlerini bana çeviriyor:

Hayır, yalnız değilim, yanımda Ali var; Türkiyeli… Ona Türkçe şarkılar söyleteceğim daha.…

Gecenin hayli ilerlemiş bir saati…

Hastanenin arkasındaki Malmönün en büyük gölünden kuş sesleri geliyor.

Artık uyuyalım diyor, Eva.

Ben uzun süre uyuyamıyorum.

Belki de tuhaf şeyler düşünüyorum yine.

Evanın nefes alışlarını dinliyorum.

Mışıl mışıl uyuyor.

Rahatlamış görünüyor.

Sabahleyin uyandığında yine bedenini sakınmadan gidiyor lavaboya.

Ben de, yüzümü çevirip gözlerimi kaçırma gereği duymuyorum artık...

Evanın yüzünde bir canlılık var bugün. Rahat uyumuş, dinlenmiş. Şeytani bir gülümsemeyle:

Bana söz vermiştin. Unutturamazsın. Türkçe bir şarkı söyleyecektin, başla haydi!

Çocukluğumda çok türkü söylerdim.

Dağlarda kuzu güderken, keçi otlatırken sürekli türkü söylerdim.

Radyo türkülerinin hemen hepsini ezberlemiştim.

Sesim de dokunaklıydı hani...

Merhum ağabeyim Hüseyin Nergiz, Bizim Aliye 5 kuruş veriyorum, türkü söylemeye başlıyor; 10 kuruş veriyorum susturamıyorum! diyordu.

Haydi nazlanma, söyle! diyor Eva.

Atıyorum eli kulağa, Günün mana ve önemine uygun bir türkü tutturuyorum:

Hasta hane önü mermer döşeli Doktorlar geliyor eli neşterli Üç gün oldu ben bu derde düşeli Oy nenni, nenni! Askerim nenni! Garibim nenni!…

16 Ağustos 2016

[email protected]

Toplam 2634 defa okunmuştur.

Ali Haydar Nergis diğer yazıları:

YORUM YAZ

UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.