Pamir Şen
Pamir Şen - Yazar

Hatırlatma Sanatı

İnsan hafızasının karmaşıklığı, her zaman ilgimi çeken bir konu olmuştur. Her şeyi hatırlayamayacağımızı düşününce; dahası, sahte anı denilen, beynin bazı hayali görüntüleri bize anıymış gibi göstererek kandırabildiği gerçeğini öğrendiğimde, ister istemez, “Hatırlamayı bir sanata dönüştürmek mümkün mü?” diye sordum. Ancak bu konuya ileride yapacağım başka bir yazı dizisinde değineceğim. Zira meseleye dair literatür hâkimiyetimi genişletmem lazım. Onun yerine bu ve önümüzdeki haftalarda, bazı örnekler üzerinden hatırlama değil ‘hatırlatma’ sanatını incelemeye karar verdim.

İlk örneğim Mehmet Ali Birand’ın 32. Gün belgeselleri olacak. Bu belgesellerle ilk temasım lisedeyken televizyonda parça parça izlediğim, daha doğrusu ailem izlerken denk geldiğim 28 Şubat: Son Darbe ile olmuştu. Sonrasında konuyu farkında olmadan kutulayıp rafa kaldırmışım ve müteakip sekiz yıl boyunca açıp bakmamışım. 2020 senesinin ilkbaharında, lisans eğitiminin son döneminde, Korona sebebiyle ev hapsindeyken Flu TV’deki Olmaz Öyle Saçma Tarih programında bahsi geçtikten sonra kutu açıldı. Akabinde Demirkırat’tan (1991) başlayarak bu belgesel serisini seyre daldım.

Bu süreç 1930lardan 2000lere uzun bir yakın tarih yolculuğuydu. Üniversitede İnkılap tarihi dersinde bu konuların bir kısmını işlemiştik. İlaveten aile büyüklerinden dinlediklerimden ve haftaya ele alacağım Hatırla Sevgili’den biliyordum pek çok olayı. Yine de tüm bunlar bütünlüklü bir anlatının içinde, bir hikaye olarak ilk kez karşıma çıkıyordu ve fotoğraflarla da desteklenerek görsel-işitsel hafızamda yeniden kurgulanıyordu.

Böylece Mehmet Ali Birand’ın sesi, eski hikayelerde kahramanın yanına gelip ona geçmişe dair olanları anlatan bir kuzgunun şarkısı gibi kulağıma çalındı adeta. “O gece genelkurmayın ışıkları sabaha kadar sönmeyecekti” gibi replikler eşliğinde yakın geçmişin kritik anlarını, Altan Öymen’in kitabına adını veren “umutlar ve idamlar”ı tecrübe ettim. Fahir Atakoğlu'nun müzikleri de bu temaşaya eşlik ediyor, olayların ekran karşısındaki bendeki etkisi dramatikleştiriyor, dahası kalıcılaştırıyordu.

Olaylar ben doğmadan önce yaşanmıştı. Ancak iyi bir anlatı hepsini hafızama adeta enjekte ediyordu. Bıraktıkları izler ülkenin zaten her yerindeydi. Belgesele düşen, havadaki anıları tazelemek, etrafta dolanan fısıltılara ses ve anlam vermekti, aynı bir radyonun çevresindeki duyulamaz dalgaları bizim frekansımıza tercüme etmesinde olduğu gibi.

Demirkırat’ın sonunda Birand, belgeseli bir itirafla bitirir:

- O 27 Mayıs sabahı sokakları dolduran üniversiteli-liseli gençlerin arasında bizler de vardık, bizim kuşağımız da vardı. Gençtik, heyecan içindeydik. Göstericilere yiyecek taşımış, onlarla birlikte “Olur mu, böyle olur mu?” şarkısını söylemiştik. Ülkenin yararına bir şeyler yaptığımıza inanıyorduk. Bugün geriye dönüp bakıyorum ve içimde bir burukluk hissediyorum. İnsan kendi kendine, “bu şekilde olmamalıydı, böyle bitmemeliydi.” diyor.

Bu itiraf mühimdir çünkü Birand’ın, vaktiyle figüran olarak katıldığı bir hikayeye yeniden bakışından sonra edindiği bir çeşit irfanın neticesi olarak söylenmiştir. Gazetecilik mesleği vasıtasıyla, serinin ilerleyen belgeselleri 12 Mart, 12 Eylül, Özallı Yıllar ve 28 Şubat belgesellerinde anlattığı olayların çok daha yakın tanığı olan sunucunun, Türkiye demokrasisinin ‘orijin hikayesi’ olan Demirkırat’taki konumu çok farklıdır. Burada o da öğrenerek hatırlamakta, hafızasının kapsama alanını genişletmektedir. Hafızanın esnek bir yapı olduğu düşünülürse, biz izleyenlerin de tüm bu vukuattan kendimize anılar devşirmemiz mümkündür. Zaten tarih ancak böylelikle Şerafettin Turan’ın tabiriyle “yaşanmış hayat” olur.

Toplam 2373 defa okunmuştur.

Pamir Şen diğer yazıları:

YORUM YAZ

UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.