Gezi/Haziran dersleri-II
“Haziranı yaratanlar, Taksim Gezi Parkı’nda direnişçi çadırlarının yakılması üzerine, “yeter” diyen ve 31 Mayıs-1 Haziran gecesi aynı anda sokağa çıkan ilk 400 bin kişi, ardından ülke genelinde dalga dalga yayılarak 11 milyona ulaşacak olan geniş halk kesimleriydi.”
Gezi/Haziran direnişinin sekizinci yılında, kapsamlı bir değerlendirme yapmanın yerinde olacağını düşündüm. Geçen hafta ilk bölümünü yayımladığım yazımın, bu ikinci bölümünde analizi biraz daha derinleştirmeye çalışacağım. Bu arada, ilk bölüme de göz atmanızı öneririm.
Seküler bir hayat yaşayan bazı aydınların, liberallerin ve kimi liberal solcuların Adalet ve Kalkınma Partisi iktidarına verdikleri paha biçilmez destek, önce halkın kafasını karıştırdı. Aydın ihaneti ve liberal kirlenme toplumun direniş refleksini kırdı. Siyasal İslamcıların tarihsel bir boşluğu ve fırsatı sinsice değerlendirerek elde ettikleri güç, bir iktidar küstahlığına ve kibre yol açıyordu. Bu duruma tepki olarak toplumun fay hatlarında yüksek bir gerilim birikiyordu.
İslamcılar, akıllarınca kavga halinde olduğunu düşündükleri “millet ile devleti” barıştırıyorlardı. Gerçekte ise, kendi dar dinci-ideolojik programlarını “milletin talepleri” diye sunuyor, Cumhuriyet’in bütün ilerici niteliklerine ve kazanımlarına saldırıyorlardı. Cumhuriyeti ise bir avuç seçkinin rejimi diye lekelemeye çalışıyorlardı.
Oysa Cumhuriyet’in kitle tabanı sandıklarından daha geniş ve büyüktü. Cumhuriyetle kavgalı olan ise halk değil, iki yüzlü siyasal İslamcılar ve kasaba yobazlarıydı.
GEZİ’NİN KENDİLİĞİNDENLİĞİ
Gezi Parkı halk isyanının simgesi oldu; “artık yeter” diyenler, polis copuna, biber gazına, TOMA ve panzerlerin yıldırıcılığına karşın Taksim’e çıktılar. İçişleri Bakanlığı Kamu Güvenliği Müsteşarlığı’nın (yeni kurulan bu birim 2018’de kaldırıldı) verdiği bilgiye göre, 3 milyon 600 bini aktif olmak üzere, toplamda 11 milyona yakın insan eylemlere katılmıştı. İstanbul başta olmak üzere bütün Türkiye’ye 48 saate yayılan halk isyanının ilk özelliği, kendiliğinden ve yukarıda da ifade ettiğim gibi bir toplumsal refleks şeklinde gelişmesiydi.
Örgütlü değildi, başlangıçta gücü de bu naifliğinden geliyordu. Ancak yenilgisinin nedenini de yine bu özelliği oluşturdu.
Yaşam, dinci gericiliğe ve faşizme karşı kurulacak cephenin bileşenlerini mücadele içinde ortaya çıkarmıştı. Bu birliktelik, ilk sonuçlarını 7 Haziran 2015 seçimlerinde verecek Adalet ve Kalkınma Partisi iktidarı bir daha iflah olmayacaktı. Seçim sonuçlarını tanımayan AKP, ülkeyi bir kaosa sürükleyecek, her yerde bombalar patlayacak, 6 ay sonra (1 Kasım 2015’te) yapılan seçimlerle iktidara yeniden el koyacaktı.
Ancak sandıkla gelenin demokratik yollardan gitmeyeceğine ilişkin kötü bir modelin oluşması, gayrı meşru yol ve yöntemlere kapı aralayacaktı. Çok değil, ülke 6 ay sonra kanlı bir askeri darbe yaşayacaktı. Bu arada bastırılan 15 Temmuz darbe girişimi ise, gerçekte 20 Temmuz Adalet ve Kalkınma Partisi darbesiyle tamamlanacaktı.
Toplum içinde sağlanan ve yukarıda bileşenlerini tarif etmeye çalıştığım birlik ise, 2018 yerel seçimlerindeki “İstanbul ittifakı” gibi somut sonuçlar yaratacaktı.
Yanılmıyorsam, cumayı cumartesiye bağlayan bir akşam/gece (7-8 Haziran 2013) Harbiye üzerinden Taksim’e girmeye çalışan kitleyle beraberdim. Polis plastik mermi atıyor, su sıkıyor, kitle önce geriye çekiliyor lakin sonra yeniden ve daha büyük bir kararlılıkla polis barikatlarına yükleniyordu. Göstericilerin örgütsüz ve dağınık olsa da yüksek bir dayanışma içinde ve kararlılıkla davranmaları, onların bir “kütle” halinde hareket etmesini sağlıyordu. O akşam ve sonraki günlerde Gezi’nin bütün renklerini ve onların farklılığını ortaya koyan bütün özelliklerini gördüm.
DİRENİŞİN RENKLERİ VE ‘PREKARYA’
Taksim direnişinde devrimciler, cumhuriyetçiler, emekçiler, CHP’liler, spor kulüplerinin taraftar dernekleri, sosyalist partiler, kadınlar, erkekler, farklı cinsel eğilimlere sahip topluluklar ve sıradan yurttaşlar hep birlikteydi. Bu nedenle bazı müstehcen sloganlarla faşizme ve gericiliğe karşı atılan siyasal sloganlar kısa aralıklarla aynı alandan ya da sokaktan yükseliyordu. Türk bayraklarıyla devrimci örgütlerin flamaları, alelacele yazılan dövizlerle spor kulüplerinin bayrakları yan yana dalgalanıyordu. Toplumun her kesiminden, her sınıfından, her inanç grubundan insan direnişin içindeydi ya da destek verdi.
Gezi; ‘prekarya’ adı da verilen, yanlış şekilde ve sadece “plaza” ya da “büro” çalışanlarından ibaret oldukları sanılan, beyaz yakalı, eğitimli, mülksüz, emeklerinden başka satacak şeyleri olmayan ofis ya da saha emekçilerinden oluşan yeni işçi sınıfının da somut şekilde görünür olduğu ilk büyük eylemdi. Guy Standing* gibi kimi toplum bilimcilerin ileri sürdüğü, “prekarya” adı verilen bu kesim, sadece göçmenler, mülteciler, azınlıklar, düzenli bir işi olmayan informal çalışanlardan oluşan bir kesim olarak da tanımlanamaz. Çünkü bu kesim, tıpkı “makina kırıcıları” gibi, yıkıcı olsa da, gerçek anlamda ve bir “sınıf” olarak “devrimci” değildir.
Yeni işçi sınıfını, Michael Hardt ve Antonio Negri’nin “çokluk” kavramı da karşılamıyor. İngilizce “multitude” kavramından gelen “çokluk”, esas olarak merkezi bir liderlikten yoksun ve kendiliğindenci politik kitle hareketlerini ifade etmek için kullanılmaktadır. Bu anlamda, ilk kez Machiavelli tarafından kullanılan, Hobbes ve Spinoza tarafından geliştirilen “çokluk”, günümüzde Hardt ve Negri tarafından hayli farklı anlam yüklenen bir kavramdır.
YORUM YAZ
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.