Iwo Jima’dan mektuplar
2006 senesinde Clint Eastwood, Steven Spielberg’in de yapımcılığıyla iki film çekti. İlki Atalarımızın Bayrakları, Iwo Jima adasına ilk bayrağı diken Amerikan Ulubatlı Hasan’larının hikayesini anlatıyordu. Daha doğrusu onların ‘kahramanlığının’ ulusal moral amacı taşıyan bir mite dönüştürülüşünü, inşa edilişini anlatıyordu. Serinin ikinci parçası, adeta elmanın öbür yarısı olan Iwo Jima’dan Mektuplar ise adayı koruyan Japonların bakış açısından, onların hikayesini ele alıyor ve seyirciye anlatıyor.
Film adada kazı yapan arkeologların, müdafiilerin gönderemediği mektuplarını keşfetmesiyle başlıyor. Böylelikle 1940’larda toprak altına girmiş bir yaşanmışlıklar toplamı yeniden gün yüzüne çıkıyor. Belki de bu ‘karanlıkta kalmışlığı’ yansıtma amacıyla Eastwood siyah beyaza çok yakın bir renk kontrastı tercih ediyor.
Toprağın altından çıkan mektuplar, bize o askerlerin, yani önceki filmde kahramanca bertaraf edilen ‘düşmanların’ nasıl bir ölüm görevine yollandıklarını, evlerine sağ salim dönmek bir yana, mektuplarını bile gönderemediklerini, adeta kabir azabı çeker gibi ölümü beklediklerini anlatıyor. Bazıları Japon usulü kahramanlık göstererek kendi canlarını alırken, kalanlar ‘savaşarak ölmeyi’ tercih ediyor. Neticede Iwo Jima, müdafaası zaten mümkün değilken, Amerikalıların eline geçeceği kesinken, ‘imparatorluğun şerefi’ uğruna nice çocuğu yetim bırakıyor.
Eastwood gibi bir cumhuriyetçi, Amerika’nın onur meselesi olan bir meseleyi sadece kendi vatanının evlatları üzerinden anlatmakla yetinmeyip, düşmanın davasını da sahneye taşıyor. Başka bir yönetmen belki, iki hikayeyi beraber anlatarak dört saatlik bir ‘epik’ ortaya çıkarmaya çalışabilirdi. Ancak böyle bir durumda iki tarafa yeterli özeni gösterememe, zarureten taraf tutma riski ortaya çıkardı. Oysa iki ayrı film, aynı adada hem ölenlerin hem de sağ dönenlerin hikayesini bize anlatıyor, adayı set ediniyor. Böylelikle seyirci olan biz, parçaları kendimiz birleştirebiliyoruz. Her birimiz kendi muhayyilemizde kendi meşrebimize uygun bir ‘epik anlatı’ kurabiliyoruz.
İki filmi art arda, belki birkaç gün arayla izlediğimizde (ki ben o şekilde yaptım) geriye kalan toprak ve toz kokan mektuplar, bir stadyumda Amerikan bayrağını yeniden göndere diken askerler, ölüme koşan Japonlar ve orada can veren Amerikalılar, Atalarımızın Bayrakları’nda suya giren askerler, kardeşlik ruhu ve savaşın nasıl bir ecel ilahisi olduğu, kısaca çeşitli yaşanmışlıkların imgeleri bir poster misali gözümüzde canlanıyor. Bu iki filmin ortak bir kıssadan hissesi çıkacaksa o da “Her savaşın en az iki hikayesi vardır!” oluyor.
YORUM YAZ
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.