Prof. Dr. Sait Yılmaz
Prof. Dr. Sait Yılmaz - Yazar

Bir şey devam edemiyorsa, duracaktır; Fransa...

Fransa, Soğuk Savaş döneminde artan Amerikan gücünü, ulusal çıkarlarına özellikle Ortadoğu bölgesindeki ekonomik ve stratejik çıkarlarına tehdit olarak görüyordu. Amerikan gücünün artmasını önlemeyi bir ulusal strateji haline getirmişti. Buna açıkça karşı koyamayacağı için Fransa çıkarlarının yararlanacağı bir ittifak yaratmak üzere “Birleşmiş Avrupa fikrini” ortaya attı. Ancak, bir yandan da Fransa’nın çok dilli, çok kültürlü bir imparatorluğun içine çekilmesinden de korktu. De Gaule’in stratejisi iki katmanlı idi; 

 - Avrupa, Amerika karşısında eşit bir güç oluşturacak ve
- Fransa, psikolojik olarak mahkum olan Almanya’nın işbirliğiyle Avrupa’yı kontrol edecekti. 

Fransa, Charles De Gaulle döneminden beri dünyadaki zayıflayan konumundan endişe duymaktadır. Fransız halkı Fransız Devrimi’nden beri kendini yeniden icat etmiş, 1958’de Charles de Gaulle ile Beşinci Cumhuriyeti yaratmıştı. Francois Mitterand’ın başkanlık dönemi gibi daha pragmatik dönemler de yaşandı. De Gaulle’den sonra gelenler onun çıkar odaklı politikalarını devam ettirdiler ama egemenlik konusunu takıntı yapmadılar. De Gaulle’ün onlara söylediği gibi süper güçlerle Fransa tek başına rekabet edemezdi, ekonomik ve askeri ittifak zorunluydu. Ancak, işler düşünüldüğü gibi gelişmedi ve Fransa, Avrupa için merkezi güç olmaktan çıktı, Almanya yalnız kaldı. Neler oldu, anlatalım.

De Gaule Fransası...
Charles de Gaulle, Fransa’nın küresel sahnede ABD ve Sovyetler Birliği ile rekabet edemeyeceğini biliyordu. Ama Fransa’yı iki büyük güç arasında bağımsız tutarak, fırsatlar için manevra sahasını geniş tuttu. De Gaule’nin motivasyonun arkasında büyük ölçüde milliyetçilik, biraz da ABD’ye güvensizlik vardı. Amerika’nın garantilerine güvenmiyordu çünkü nükleer silah kullansa da konvansiyonel askeri güç göndermezdi. Eğer Avrupa kendi savunma gücünü geliştirmezse, sonunda Sovyetler'in eline düşerdi. Çünkü iki dünya savaşında da olduğu gibi Amerikalılar kendi çıkarlarına uygun olduğunda yani Fransa işgal edildikten ve onca kan aktıktan sonra gelirdi. Bunun için ABD’yi suçlamıyordu, mesele ulusal çıkarlardı ve iki ülkenin çıkarları uyuşmuyordu. Kendi kendine yeterli Avrupa gücünün temeli ise bağımsız bir nükleer kabiliyet olmalıydı. Fransız nükleer gücü, eğer Sovyetler Batı Almanya’ya girer ve Ren nehrinin ötesine geçerse onları caydıracaktı. Arka planda ise ABD’nin hâkim olduğu Avrupa ile Sovyetler'in eline geçen Avrupa arasında kalan Fransa, güvenmediği iki süper güç arasında sıkışacaktı. Sonunda De Gaule, Fransa’yı Avrupa’da üçüncü ve bağımsız bir güç olarak tutmaya karar verdi. 

De Gaulle, prensipte NATO’ya karşı değildi ama Fransız birliklerinin bir savaş planına bağlı olarak doğrudan Fransız olmayan bir komutanın komutasına girmesine karşı idi. Buna zamanı gelince Fransa kendisi karar vermeli idi. Öte tarafta İngilizler gibi herhangi bir anlaşmaya girmeden de çıkarlarını sağlayabileceklerini, federasyon olmadan da Avrupa’nın egemen devletlerinin bir araya gelebileceğini düşünüyordu. Federasyon içinde Fransa’nın bir vilayet olmasını istemiyordu. Bir kriz anında çıkarların çatışacağını, entegrasyonun çalışmayacağını düşünüyordu. Bununla beraber, De Gaulle Fransa’nın Avrupa’da hakim bir rol oynamasını istiyor ve bunu sadece Almanya ile ittifak yaparak sağlayabileceğini hesaplıyordu. Sovyetler Birliği çözülünce Jacques Chirac ve Nicolas Sarkozy, Gaulle’ün vizyonunun sadece ekonomik bağlarla sürdürülemeyeceğini düşündüler. Sosyalist ve ideolojik olarak De Gaulle’ün karşısında olmasına rağmen Hollande, De Gaulle’ün kartını oynamak için Almanya’ya gitti. Çünkü çoğu başkanlar yeni strateji yapmaz, eskisini yeni zamanda sürdürülebilir hale getirmeye çalışırlar. 

Modern Fransa...
Modern Fransa genetik olarak tarihindeki mutlakiyetçi monarşi, terörist devrim, 19. yüzyılın sosyalist teorisi ve Burbonlardan doğdu. İkinci Dünya Savaşı sonrası sanayi hızla gelişip, Komünizmle karışmış refahçılık buharlaşınca, anlamsız narsizmi ve tutkuları ile Fransız halkı yanlış zamanda yanlış iş yaparak François Mitterand’ı başkan seçti. Pragmatik Fransız politikacısı 19. yüzyıl sosyalizminden ve bir zamanlar heybetli monarşiyi de çökerten ideolojik yıkım merakından kurtulamadı. Mitterand, 14 yılın sonunda zehirli bir ilaç olarak “haftada 35 saat çalışma doktrini”ni bıraktı. Bu yasa, devlet ile pazarlık yapmak ve işçiler üzerinde tahakküm kurmak için sendikaların işine geldi. Fransa’nın temel ekonomik sorunu özel sektörde çok düşük iş garantisi ama Sosyalist hayalin sürdüğü sistemde birini işten atmanın çok masraflı olmasıdır. Fransa, bürokrasinin en üstünden kapıcıya kadar herkesi çıkarını koruyacak ama reform yapmak isteyenle ölümüne savaşacak bir sisteme sahiptir. Bu mantıksız ve yaşayamaz sistem yüzyıllardır Fransa’yı yönetiyor. Fransa otomatik pilotta giden ve uyumaya devam eden bir ülkedir. İş dünyası devletten destek alıyor ve statükoyu koruyor, rekabet ve etkinliği artıracak reform istemiyor. Sendikalar güç ve etkilerini devam ettirmek için reforma karşılar. Devlet bürokrasisi kendi varsayımlarını ve önyargılarını değiştirmek isteyenlerle savaşıyorlar.

2009’daki büyük kriz ve ardından Avrupa’da başlayan borç krizi Fransa’daki ekonomik sorunları su üstüne çıkardı. Hollande hükümeti harcamaları kesmek yerine vergiyi artırmaya devam etti ve kamu sektörünün borcu arttı. Kuzey Afrika ve Sahraaltı, Afrika’dan gelen ve banliyölerde yaşayan göçmenler ile ilgili sorunlar büyüdü. Sosyal problemler Marine Le Pen’in liderlik ettiği aşırı sağ Ulusal Cephe’ye olan desteği artırdı. Hollande, ayaklanma çıkmasın diye çenesi kuvvetli Macron’u bakan yapmıştı yani Macron aslında bir halkla ilişkiler stratejisinin aktörü idi. 17 Eylül 2014 tarihinde o zaman Ekonomi Bakanı olan Emmanuel Macron; “Fransa hasta, iyi değil. Durumunu teşhis etmek zorundayız” demişti. İşsizlik yüksek, ekonomik büyüme durmuştu. Hükümet, ülkenin batmaması için çalışıyordu. OECD rakamlarına göre 2009’dan beri Fransa’da devlet harcamaları en yüksek seviyededir. Son 30 yıldır üretim düşerken hükümetler sosyal patlamayı önlemek için yastık olarak sosyal harcamaları ve geniş sağlık programlarını kulandı. Bunu yapmak için vergiler artırıldı ve sermaye pazarları hafifçe tırpalandı. Zamanla sabit gelirli bir orta sınıf ve işsiz gençler, kadınlar, göçmenler ve vasıfsız işçiler ülkenin toplumsal resmi oldu. Nüfusun yaşlanan kesimi ise emekli aylıklarını, sağlık masraflarını ve sosyal refah faturalarını da artırdı. Ekonomik sistemde ise özel sektörün iş yaratması için birkaç kaynak vardı ama değişime iş kaybı korkusu nedeni ile büyük bir direniş gösterildi. 

Sonuç...
Fransa, dünyanın en büyük ekonomilerinden biri, Avrupa Para Birliği’nin ikinci büyüğü ve küresel işlerde etkili bir oyuncudur. Fransa’nın beş ana sorunu var; ekonomi büyümeyi sürdürülebilir halde tutamıyor, büyük ölçüde ülkedeki Müslümanlara atfedilen toplumsal yabancılaşma, (kötü ekonomi ve göçten beslenen) yükselen aşırı sağ, ekonomide Almanya ile rekabet edecek yeni bir Fransız rolü, kötü liderlik ve devlet adamlığı. Fransa, Para Birliği bölgesine kaynak aktaran değil artık ondan para çeken ülke oldu ve yük büyük ölçüde Almanya’ya kaldı. Fransa, merkez güç olmaktan problem ülke olmaya kayması Avrupa için büyük bir dengesizlik doğurdu. Yalnız kalan Almanya önemli kararları tek başına vermeye başladı ama kararları uygulamada etkili olmadığı görüldü. Fransa reform yapmadıkça Avrupa çevresi ekonomileri de zayıf olacak ve sarsıntılar artarak devam edecek. Özetle Fransa, durma noktasına geldi. 19. yüzyıl Fransız devrimcisi Georges Jacques Danton’un tavsiyesi şu idi; “Fethetmek için ihtiyacınız olan; cesaret etmek, hala cesaret etmek ve daima cesaret etmektir.” Modern Fransa için ise Herb Stein kanunu geçerli; “Bir şey devam edemiyorsa, duracaktır.”

Toplam 1468 defa okunmuştur.

Prof. Dr. Sait Yılmaz diğer yazıları:

YORUM YAZ

UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.