Prof. Dr. Sait Yılmaz
Prof. Dr. Sait Yılmaz - Yazar

Türk Devrimciliği, Atatürk ve Cumhuriyet

Cumhuriyetçilik, devlet yönetiminde millî egemenliği, millî iradeyi ve özgür seçimi esas kabul eden ilkenin adıdır. Bu ilkenin yönetim biçimi ve siyasal rejim olarak ifadesi, cumhuriyettir. Bu tarz yönetim, millî egemenlik kavramını en iyi temsil edecek, en iyi gerçekleştirecek, en iyi uygulatacak bir devlet şekli olup demokrasinin de en gelişmiş biçimidir, durumudur. Atatürk’e göre;

“Türk milletinin karakterine ve âdetlerine en uygun olan bu yönetim şekli, milletin insanca yaşamasını bilmesi, insanca yaşamanın neye bağlı olduğunu öğrenmesi demektir.” 

Türk milleti, yüzyıllar boyunca kendi egemenliğini, kendi iradesini kullanmasına engel olan rejimlerin acılarını çekmiş, nihayet kendine en uygun yönetimin cumhuriyet olduğunu görmüştür. Bu tarz bir yönetimde, egemenliğin herhangi bir kişi, zümre veya sınıfla paylaşılması söz konusu olamaz.

Cumhuriyet rejiminde bir görevin, ilâhî bir kuvvete dayanması veya babadan oğula geçmesi gibi bir veraset usulü yoktur; egemenlik bütünüyle millete aittir. Millet bu egemenliğini, kendi seçtiği temsilcileri aracılığıyla kullanır. Seçimle iş başına geliş de görev bakımından belli bir dönemi kapsar; yani cumhuriyet rejiminde ömür boyu bir görev söz konusu olamaz. İşte bu yönetim sayesindedir ki devleti yönetmeye lâyık olanlar, milletin oyu ve iradesi ile işbaşına gelebilirler. Cumhuriyetin erdemi ve üstünlüğü buradadır.

Osmanlı Devleti, bir cumhuriyet değildi. Padişahlar Osmanlı Ailesi içinden çıkarlardı. Devleti ve milleti yönetme yetkisi kesinlikle padişahındı. Gerçi meşrutiyet döneminde halkın oyu ile seçilmiş meclisler vardı. Ancak bu meclisler padişahın üstünde değildi, tersine, padişah bunların, yani millet isteğinin üzerinde idi. Son karar, son söz kesinlikle padişahındı.
Bu yönetim biçiminin sakıncalarını yaşanılan türlü olaylar göstermiştir. Atatürk, cumhuriyet ilânı ile devlet içinde karar verecek en yetkili ve son makam olarak milletin tanındığını belirtmiştir. Atatürk’ün devrimciliği sadece Türkiye değil, dünya tarihi içinde önemli ve örnek olmuş bir devrim modelidir. Atatürk, Türk milletini eski çağdan yeni bir çağa taşımış, modern bir devlet kurmuştur.

Türk Devrimciliği

Türkiye’de “devrim” kelimesi öncelikle ve doğru olarak Mustafa Kemal Atatürk ile özdeşleştirilir. Ancak, Anadolu coğrafyasının uzun bir ayaklanma ve devrim tecrübesi var. “Kamu malları halka dağıtılmalıdır” diyen ilk Türk sosyalist, Şeyh Bedrettin[1] örneğinde olduğu gibi pek çok devrimci düşünce ortaya çıktı. “Ferman padişahınsa dağlar bizimdir” diyen Dadaloğlu gibi pek çok devrimci Osmanlı tarihine kahramanlık hikâyeleri ile geçti.

Osmanlı tarihinde üç büyük iç direniş dalgası ile karşılaşacaktır (Tablo 1)[2];

- Bunlardan ilki Fatih dönemi de dâhil kuruluştan imparatorluklaşmaya geçen yüzyıllarda gerçekleşen Babai İsyanı, Şeyh Bedrettin isyan dalgası ve ilhak edilen Türk-Müslüman beyliklerinin direnişleridir.

- İkincisi; on altı ve on yedinci yüzyıl imparatorluk dönemine damgasını vuracak olan ve önce Kızılbaş sonra da Celali ağırlıklı halk ayaklanmalarıdır.

- Üçüncü dalga ise Hıristiyan ve diğer bağlı halkların on dokuzuncu yüzyıldaki bağımsızlık mücadeleleridir.

Osmanlının her yaptığını doğru görme alışkanlığındaki bazı yazarlar, Anadolu halkının kendi devletine ve padişahına karşı isyan etmesinin olanaksız olduğu savı ile bu karışıklıkları genellikle Kızılbaş ayaklanması olarak kaydederler[3].

Gerçekte bu ayaklanmalar genellikle çiftçi-köylü hareketleri idi[4]. Bunlara daha ziyade padişahların büyük seferlerinin gerektirdiği vergi artırmaları ve haksız tahrirler (kayıtlar) neden olmuştur. Özetle, ayaklanmaların nedeni esas olarak ekonomiydi.

Halil İnalcık’a göre[5];

“Orta Anadolu bozkırları, Toros Dağları ve Tokat ile Sivas arası yaylalardaki güçlü Türkmen toplulukları, Osmanlı yönetiminin merkezileştirme eğilimine karşıydılar. Yerleşik nüfusu korumak ve tarım gelirlerini elde tutmak çabasıyla yönetim, bu aşiretleri denetim altına almak istiyordu. Bu nedenle, onları tahrir defterlerine geçiriyor, düzenli vergiye tabi tutuyordu. Bu durum, Osmanlı göçebe ekonomisi ve göçebelerin töre hukuku ile bağdaşmıyordu.”

Tablo 1: Osmanlı Dönemi Ayaklanma ve İsyanları

Dönem

Ayaklanma/İsyan

Kuruluş’tan

İmparatorlaşmaya

- Babai İsyanı (1240),

- Şeyh Bedrettin isyan dalgası (1451)

- İlhak edilen Türk-Müslüman beyliklerinin direnişleri

 

 

16.-17. Yüzyıl

- Kızılbaş Ayaklanmaları

  * Şahkulu (1511),

  * Nur Halife (1512),

  * Şeyh Celal (1519),

  * Baba Zünnun (1525),

  * Kalender Çelebi (1526)

- Suhte ve Levend ayaklanmaları (1558-1595)

- Celali ağırlıklı isyanlar (1593-1610)

   * Taşrada çıkan Celalî İsyanları,

   * Eyalet isyanları ve

   * İstanbul merkezli kapıkulu isyanları

       ** 1618-1622 Yeniçeri İsyanı

18. - 19. Yüzyıl

- Lale Devri; Patrona Halil Ayaklanması (1730)

- Kavalalı Mehmet Ali Paşa isyanı (1831-1833)

- Hıristiyan ve diğer bağlı halkların bağımsızlık mücadeleleri

- Zorla yer değiştirmelere yönelik direnişler

Kaynak: Sait Yılmaz, Anadolu’da neler oldu? academia.edu.tr, (26 Haziran 2019).

Kendi Türkmen geleneğine yabancılaşan Osmanlı egemenliğine karşı halk tepkisi, beylikler ezildikten sonra artık beylerin öncülüğünde değil, doğrudan halkın kendi içinde çıkaracağı önderlerin etrafında toplanarak direnmek olacaktır. Bu direnişin de ezilmesinden ardından iyice derinleşen çaresizlik, Celali ayaklanmalarında kitlesel bir eşkıyalık biçimini alacaktır.

Türk Modernleşmesi ve Devrimci Gelişmeler

Osmanlı, Anadolu’nun insanını ve servetini görülmemiş bir israfla tüketti. Neticede Türk milleti maddeten telafisi imkânsız kayıplar verdi; manevi hasletleri zayıfladı, yani töresi zaafa uğradı. Edirne ve Manastır’da olmak üzere, Rum-İlinde iki, Şam ve Bağdat’ta birer askeri idadi (lise) olmasına karşılık Sivas’tan İzmir'e kadar koskoca Anadolu bölgesinde bir tek askeri okul yoktu. 1834 yılında Harp Okulu’nun kurulması ile Anadolu Türk gençleri askeri okullara alınmaya başlayacak ve zamanla ordunun tamamına hâkim olacaklardır. Böylece Türkçülüğün ve Türk milliyetçiliğinin mimarı olan Süleyman (Uslu) Paşa ve modern Türkiye Cumhuriyeti’ni kuracak Mustafa Kemal Atatürk gibi devlet adamları buradan yetişecektir.

On dokuzuncu yüzyıldaki modernleşme gayretleri içinde Tanzimatçılar, devlet içinde dirliği düzeni sağlamanın, çağdaş bir devlet olmanın, ülke sorunlarına sağlıklı çözümler getirmenin ancak yasal kurallara bağlı kalmakla sağlanabileceğini düşünmüşlerdir. Bu ortamda yetişen yeni kuşak, meşruti bir sistemin savunucusu olmuştur. 1865’te Yeni Osmanlılar adı altında, öncülüğünü Namık Kemal, Ziya Paşa, Ali Suavi gibi kişilerin yaptığı bir örgüt kurmuşlardır. Osmanlı yönetimi bu hareketi engellemeye çalışmış, bu yüzden gençler yurt dışına giderek çalışmalarını yürütmüşlerdir. Bunları Batılı aydınlar desteklemiş ve Jön Türkler adını vermişlerdir.

1856 Islahat Fermanı, yirmi noktada Hristiyanlar ile Müslümanlar arasında eşitlik sağlamayı amaç edinmiş bir belgedir. Yabancı devletlerin baskısıyla ortaya çıkmış olması ve Müslüman-Hıristiyan eşitliğinin fermandaki gibi birdenbire değil yavaş yavaş gerçekleştirilmesi gerektiği gibi bazı yönlerden aydın devlet adamları tarafından eleştirilmiş, tepkiyle karşılanmıştır. Buna karşılık, Avrupalı aydınlar tarafından Islahat Fermanı takdirle karşılanırken, Avrupalı devletler bu fermanı Osmanlı Devleti’nin içişlerine karışmak için kullanacaklardır.

Balkanlarda Sırplar, Rumlar, Bulgarlar gibi reaya olarak bilinen Ortodoks Hristiyan gruplar, kurmak istedikleri etnik ve dini birleşime dayalı yeni devletlerinin siyasi kimliği için Müslümanları söküp atmayı ülkede çoğunluğu sağlamanın ve siyasi güvenceleri için baş koşul olarak görmüşlerdir. 1871 yılında tüm imparatorlukta uygulanmaya başlayan nizamnameye göre Osmanlılık düşüncesi esası ile idare meclislerinde dini grupların eşit temsili getirildi. İngiliz Meclis sistemi (Avam ve Lordlar Kamarası) örnek alınarak Osmanlı Meclis-i Mebusan (halk tarafından seçilen) ve Ayan Meclisi (hükümdarın seçtikleri) kurulmuştu. Meclis-i Mebusan’dakilerin %40’ı Türk, %60’ı Türk olmayanlardan (%40 Arap ve Kürt gibi Müslüman, %20 Müslüman olmayan Rum ve Ermeni) meydana geliyordu (Tablo 2).

Tablo 2: Osmanlı Meclislerinde Çeşitli Toplulukların Temsilci Oranları

Kaynak: Feroz Ahmed, İttihat ve Terakki 1908-1914, Kaynak Yayınları, (İstanbul, 2016), 215.

Nihayetinde son 150 yıldır Hürriyet ve İstiklal için mücadele eden Türk devrimci aydınının ümidi iki kez gerçekleşti;

(1) Birincisi, 1908 Jön Türk Devrimi’ydi. Hem yarımdı, hem de kısa sürdü. II. Abdülhamit istibdadını deviren Jön Türkler; Resneli Niyaziler ve Enver’ler, Hürriyet Devrimi için genç yaşlarında Balkan Dağlarına çıkmışlardı.

(2) İkincisi, birincisinin yarattığı birikimden de güç alarak TAM devrim olarak gerçekleşen Atatürk’ün Devrimi oldu. Yani Bağımsızlık ve Cumhuriyet Devrimi.

Modern dönemin ilk devrimcileri Jön Türklerdi ama onların yeni devrim anlayışı II. Abdülhamit’in devrilmesi ve yeni bir anayasa yapılması hedefine odaklanmıştı. Atatürk’e göre devrim, eski şeyleri onarmak yani reform değil, yeni ve çağın şartlarına uygun bir eser ortaya koymaktır.

Realist ve pozitivist olan Atatürk, bu yüzden görüşlerini bir ideoloji haline getirmedi. Her zaman en doğru yol olarak bilim ve fen’i rehber gösterdi. Uluslararası ilişkilerde “eşitlik” ilkesine önem verdi. Kurulan devletin temeli “tam bağımsızlık ve milli egemenlik”ti.

Atatürk Devrimciliği

Atatürk, Türk toplumunun evrim yoluyla değil, devrimci atılışlarla ilerlemesini öngörmüştü. Yapılan ve yapılmakta olan devrimin amacı, Türkiye Cumhuriyeti halkını tamamen çağdaş ve tüm anlam ve biçimiyle uygar bir toplum haline ulaştırmaktır. Devrimin temel ilkesi budur.

Atatürk’ün devrim modeli bütün inkılâp modellerinde görüldüğü gibi belli bir amaca yönelmiştir. Modelin birinci amacı çağdaşlaşmak, ikinci amacı da kalkınmak, böylece “çağdaş uygarlık” düzeyine çıkmaktır. Gerçekte çağdaşlaşmak kalkınmayı içeren bir kavramdır[6]. Cumhuriyetin hedefleri ve Atatürkçülüğün hedefleri bu iki ana amaca yönelik olarak inkılâpları gerçekleştirecektir[7]. Bunun, bütün topluma ve sisteme mal edilmesi bu açıdan önem kazanmış, Atatürk uygulamalarında hep bunu sağlamaya çalışmıştır.

Ulusal Kurtuluş Savaşı, antiemperyalist niteliği, işgal edilmiş bir ülkede halkın ezici çoğunluğunu vatan savunması etrafında seferber etmesi, mücadelenin ulus egemenliğine dayanan, laik, çağdaş bir devlet kurularak sonuçlanması ve sonrasında yapılan atılımlar nedeniyle, tarihte çok özgün ve başarılı bir savaş olarak kabul edilir. Mustafa Kemal Paşa, yurdunu ve bağımsızlığını savunup, çağdaş bir devlet modelini yaşama geçirmek için Batı emperyalizmine karşı savaşırken, aydınlanmacı ve çağdaşlaşmacı bir yolda yürüdüğü için de, seçkin bir devlet adamı olarak saygı görür.

Erken modern Asyalılar, Batıya ve Batı egemenliğine karşı hoşnutsuzluk, diğer yandan iç zayıflık ve yozlaşma kaygıları ile birlikte, önce bütün Asya’da kitlesel ve milliyetçi kurtuluş hareketleri ve sonrasında tutkulu ulus-devlet inşa programlarına dönüşme süreci ile benzer bir reaksiyon modeli izlediler. Batı gücüne karşı dört ana tepki oluştu[8];

(1) Asya ülkeleri, diğer bütün uygarlıklardan üstün olduğu varsayılan dinsel geleneklerine sadık kalsaydı tekrar güçlenirdi iddiasındaki modernleşme karşıtı gerici akımlar;

(2) Gelenekleri dolayısıyla zaten sağlam bir kültür ve toplum temeline sahip olan Asyalıların yalnızca birkaç Batı tekniğine ihtiyaç duyduğunu söyleyen ılımlı görüş;

(3) Lenin ve Mao gibi, emperyalizm ile mücadele adına Komünizm ya da Sosyalizm’in sınıf esaslı öğretisine dayalı kendi diktatörlüklerini kurmak isteyen ideolojik görüş;

(4) Atatürk gibi laiklerin benimsediği, modern dünyanın koşullarında rekabet etmek için eski düzeni, ulus-devlet ile yapısı ile kökten değiştirmeyi hedefleyen milliyetçi tutum.

Batının aşağılamalarından kurtulmak için Osmanlı uluslarüstü kimlik olarak Pan-İslam’a sarılmıştı. Osmanlı İmparatorluğu’nun Batılı güçlerle eşitliğe ulaşamamasına öfkelenen ve bunun için eski model monarşilerini suçlayan Genç Türkler, Japonya’nın İngiltere ile ittifakından ve 1905’te Rusya’ya karşı zaferinden farklı bir ders çıkardı. Genç Türkler için Japonya, açık bir esin kaynağıydı.

Atatürk ve Cumhuriyet

Cumhuriyet bir devlet biçimidir. Cumhuriyette esas olan ilk öğe, devlet başkanının belli bir süre için seçilerek iş başına gelmesidir. Bu bakımdan cumhuriyet, başta bir hükümdarın bulunduğu devlet biçimlerinden (monarşilerden) ayrılır. Monarşilerde devletin başı, belli bir aile içinden çıkar, normal koşullar altında, ölünceye kadar iş başında kalır. Yerine gene aynı aileden bir başkası gelir. Her monarşide, aile içinden kimin hükümdar olacağı belli bazı kurallara göre saptanır. Cumhuriyette devlet başkanı belli bir süre içinde seçimle iş başına gelince, ileri gelen diğer kişilerin de seçimle belirlenmesi gerekir. Bunlar genellikle o toplumda yasa koyacak kimselerdir.

Cumhuriyet, siyasi gücün halk ve temsilcileri tarafından paylaşıldığı bir devlet yönetim şeklidir ve yapısı gereği monarşinin yokluğu üzerine kuruludur. Monarşilerde lider miras yolu ile değişir, Cumhuriyette ise siyasi güç halktan kaynaklanır. Bir cumhuriyette temsil, genel vatandaşlar tarafından serbestçe seçilebilir veya seçimle belirlenebilir. Cumhuriyet, monarşide olduğu gibi kişi iktidarı değil, halkın kendi kendisini yönetimidir.

18. Yüzyılın sonlarında demokrasi ile cumhuriyetçilik birleşti. Günümüzde, “demokrasi” terimi genellikle halk tarafından seçilen bir hükûmeti ifade eder, bu hükûmet ya doğrudan ya da temsilci yoluyla seçilmiş olabilir. Bugün “Cumhuriyet” terimi genellikle sınırlı bir süre için görev yapan, temsilci demokrasiyi ifade eder.

Bir cumhuriyet ile bir monarşi arasındaki fark her zaman açık değildir. Batı Avrupa'daki anayasal monarşilerin neredeyse tümünde gerçek siyasi güç, seçilmiş temsilcilerde bulunur ve hükümdarlar sadece teorik yetkilere, hiçbir yetkiye veya nadiren kullanılan yedek yetkilere sahiptir. Bu nedenle, bu devletler bazen “taçlı cumhuriyetler” ya da “anayasal hükümdarlık” olarak adlandırılır.

Mustafa Kemal, sadece emperyalistleri kovmamış ve bağımsız bir devlet kurmuştu. Yeni devlet;

- Türk kimliğine dayalı bir ulus-devletti ve milli bütünlüğün korunması için homojen olmasına çok önem vermişti.

- Batılı tarzda laik, sosyal-hukuk devleti anlayışının gereği olan kurumlar oluşturuldu, eskileri tasfiye edildi.

Atatürk ve Türk Kurtuluş Savaşı, ileride bağımsızlıklarına kavuşacak mazlum milletlere örnek olmuş, o ulusların gençlerini, aydınlarını derinden etkilemiştir.

Atatürk, bir cumhuriyet âşığı idi. Daha kimse bu kelimeyi ağzına alamazken, genç Mustafa Kemal, padişahlık rejimine karşı çekinmeden saltanatın kaldırılıp cumhuriyetin kurulması gereğini söyleyebiliyordu. Hele millî mücadeleye başlarken bunu açıkça belirtmişti. Erzurum Kongresi'nin açılacağı günlerde yakın arkadaşlarına cumhuriyetin kurulacağını anlatıyordu. Nihayet bilinen aşamalardan sonra cumhuriyet rejimine kavuştuk. Kişisel saltanata son verildi.

Atatürk’ün vizyonu, Türk Milliyetçiliğine dayalı bir ulus-devlet kurma projesidir. Türk devrimini temelinde Türklük ve Türk Milliyetçiliği vardır. Türk milliyetçiliği, daha çok Avrupa, Balkan ve Slav milliyetçiliğine karşı bir reaksiyon ve hayatta kalma ideolojisi olarak doğmuştur. Osmanlı döneminin savunmacı milliyetçiliği daha sonra Turan ülküsü (bütün Türkleri bir bayrak altında toplama) ile ilişkilendirilmiştir. Türk milliyetçiliği, önce Kurtuluş Savaşı’nın kazanılması ve ulus-devletin kurulması için sosyolojik bir temel, daha sonra Türkiye Cumhuriyeti’ni bir arada tutan çimento olmuştur.

Osmanlı Devleti ve onun dayandığı prensipler Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşu ile birlikte tarihe mal olmuştur[9]. Türkiye Cumhuriyeti, Osmanlı Devleti’nin devamı değildir. Ancak, Türkiye Cumhuriyeti, Osmanlıdan devraldığı, 10 milyonluk, fakir ve yorgun düşmüş ulusu, 80 milyonluk genç, sağlıklı, dinamik bir nüfusa ve tüm Türk ve İslam dünyasına örnek olacak modern bir topluma ulaştırmayı başarmıştır.

Türk ulusal kimliğinin belirleyicisi; “Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı’ olmak, “Ne mutlu Türküm diyebilmek”tir. Türk etnik kimliğinin esasını ise ırk değil anadilin Türkçe olması oluşturur. Yani etnik olarak Türk dediklerimiz ana dili Türkçe olanlardır.

Türk milleti yüzyıllar boyunca kendi egemenliğini kullanmasına engel rejimlerin acısını çekmiş, sonunda ise en uygun idare şeklinin cumhuriyet olduğunu görmüştür. Türkiye Cumhuriyeti 1923 yılında çekilen birçok acının sonucunda kurulmuştur. Dolayısıyla da kurulması kolay olmamıştır. Bütün geçilen yolların, yapılan fedakârlıkların bilincinde olmak ve Türkiye Cumhuriyeti’nin ilelebet yaşamasını sağlamak ise hepimizin görevidir. Atatürk de Türk milletine en uygun yönetim şeklinin cumhuriyet olduğunu değişik sözlerinde ifade etmiştir.

Atatürk’ün Cumhuriyet Anlayışı

Çağdaş, demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devleti olan Türkiye Cumhuriyeti’nin önsözü Çanakkale Zaferiyle yazılmış,

temelleri 19 Mayıs 1919’da Samsun’da atılmış,

23 Nisan 1920’de Ankara’da TBMM’nin kuruluşuyla ulusal egemenlik kabul edilmiş,

9 Ekim 1923’te en büyük devrimimiz olan Cumhuriyet ilan edilmiştir.

Cumhuriyet;

  • ümmetçilik yerine ulusçuluğu,
  • kulluk yerine yurttaşlığı,
  • gericilik yerine çağdaşlığı seçenlerin kurduğu bir rejimdir.

Anadolu’nun bozkırında filizlenen cumhuriyet, Anadolu’da yaşayan halkın kötü yazgısını yenmiştir. Yaşama geçirilen cumhuriyet, ne bir sınıfın, ne de bir zümrenin cumhuriyetidir. Ulusun egemenliğine dayanan bir yönetimdir.

Atatürk’ün ilkelerinden biri olan cumhuriyetçilik devlet idaresinde millî egemenliği, millî iradeyi ve hür seçimi esas kabul eden ilkenin adıdır. Bu ilkenin yönetim biçimi ve siyasal rejim olarak ifadesi “Cumhuriyet”tir. Bu tarz yönetim, millî egemenlik kavramım en iyi temsil edecek, en iyi uygulatacak bir devlet şekli olup demokrasinin de en gelişmiş şeklidir. Dolayısıyla, lâiklik, halkçılık, devrimcilik, devletçilik, ulusçuluk yanında yer alan cumhuriyetçilik en çok önem verilendir. Çünkü diğer oklara bakıldığı zaman bunlar çağdaş bir cumhuriyet kurmanın yolları ve yöntemleri olarak ortaya çıkmaktadır.

Atatürk’ün cumhuriyetçilik ilkesinin dolayısıyla cumhuriyet biçimindeki yönetimin dayandığı başlıca ilkeler vardır. Bunlar şu şekilde sıralanabilir[10]:

(a) Halk Egemenliği: Atatürk’ün cumhuriyetçilik ilkesi, halk egemenliğini en İyi ve en sağlam biçimlerde temsil eden ve uygulayan bir rejimi ifade eder, Atatürk, halk egemenliği, halk yönetimi ve halkçılık gibi deyimleri öncelikle cumhuriyet kavramı yerine kullanıyordu.

(b) Tam Bağımsızlık: Atatürk'e göre asıl olan Türk ulusunun onurlu bir biçimde yaşamasıdır. Bu da ancak tam bağımsızlıkla mümkün olabilmektedir. Yabancı bir devletin koruma ve desteğini kabul etmek, bağımsızlıktan yoksun olmak demek, diğer devletler karşısında uşak durumuna düşmek demektir. Türk'ün onuru, kişiliği ve yetenekleri çok yüksektir, büyüktür. Böyle bir ulus esir yaşamaktansa yok olsun daha iyidir. Bundan dolayı Atatürk'ün cumhuriyetçiliğinde “ya bağımsızlık, ya ölüm” temel ilkedir.

(c) Ulusal Bütünlük: Ulusal bütünlük halk egemenliği ve tam bağımsızlık anlayışının doğal sonucu olmaktadır. Ulusal bütünlük politikasının temel belgesi ulusal antlaşma yani Misak-ı Millî’dir. Ulusal politika, ulusal sınırlar içinde, her şeyden önce kendi gücüne dayanarak varlığını korumak, ulus ve ülkenin mutluluğuna çalışmaktır. Irk ve din birliği, başka uluslara düşmanlık, kendi ulusunu küçümsemek ülke ve ulus bütünlüğünü bozmak, bölücülük, adaletsizlik, sömürücülük, baskı, yasadışılık, eşitsizlik Atatürk ulusçuluğunun karşı olduğu değerlerdir. Dolayısıyla, Türkiye Cumhuriyeti ulusal sınırlar içinde Türklük duygusuyla yaşayan herkesin ortak devletidir.

(d) Çağdaşlaşma: Çağdaşlaşmanın iki önemli boyutu vardır. Biri uygarlıktır, diğeri ise batıdır. Uygarlık her dönemde çağdaşlaşmanın hedefi ve yönü olarak her zaman vardır. Batı ise her dönemde değişebilir. Çağımızda en yüksek uygarlık Batı dünyası tarafından kurulmuştur. Ve temsil edilmektedir. Dolayısıyla Batı uygarlığı en yüksek uygarlık olarak kaldıkça, yeryüzünde hiçbir uygarlık batının düzeyini geride bırakmadıkça, Batı uygarlığı çağdaşlaşmak isteyen ulusların başlıca hedefi olacaktır. Atatürk döneminde de Batı uygarlığı çağın temsilcisiydi ve Atatürk çağdaşlaşmada Batı uygarlığını hedef almıştı. Atatürk'e göre, her görüş açısından uygar bir ulus olmalıyız. Düşünceler ve yaşam uygar olmalıdır. Atatürk'ün tüm devrimlerinde çağın ışığını görmek ve her devrimde bu ışığın bir parçasının ülkeye yansıtıldığını izlemek olasıdır. Cumhuriyet devleti giderek gelişirken her döneminde Atatürk’ün çizdiği yolda biraz daha çağdaşlaşmıştır.

(e) Lâiklik: Lâiklik, Türk devlet yaşamına ancak Cumhuriyetle birlikte girmiştir ve doğal olarak gelişimi de hep bu rejim içinde sürmüştür ve sürmektedir. Ama hukuk açısından ana gelişme 1937 yılında sona ermiş sayılabilir. Lâiklik yani din ve dünya işlerinin birbirinden ayrılması, ilk önce hukuk alanında gerçekleşmelidir; başka bir deyişle, vatandaşın bütün yaşamına egemen olan hukuk alanında bu iş yapılmalıdır. Saltanatın, Halifeliğin kaldırılması gibi inkılâplar lâikliğe gidişi kolaylaştırmıştır. Lâikliğin en büyük aşaması ise, Türk Medeni Kanunu'nun 1926 yılında kabulüdür. Medeni Kanun, Borçlar Kanunu ile birlikte 4 Ekim 1926 tarihinde yürürlüğe girdi. Dolayısıyla cumhuriyetin kuruluşunda lâiklik önemli bir yere sahiptir. Lâiklik uzun bir gelişimin sonucunda Türk toplumunun ana belirleyici öğelerinden birisi olmuştur.

(f) Barışçılık: Barışçılık devletin temel ilkeleri arasında yer almaktadır. Cumhuriyet düzeninin çağdaş insanlık hedefleri doğrultusunda gelişebilmesi için çok büyük katkılar getirmiştir. Cumhuriyet, Atatürk’ün sözleriyle “Yurtta sulh, cihanda sulh”tur.

Cumhuriyetimizin Bugünü

Atatürk inkılâplarının köylere kadar yayılabilmesi için köy okullarına büyük görevler düşüyordu. 1934-1935 döneminden itibaren “köy eğitmeni” yetiştirme çalışmaları başladı. Buradan da bilindiği üzere Köy Eğitim Enstitülerine geçildi.[11] Bundan böyle yolu, suyu, elektriği, iletişim ve sağlık imkânları gibi temel ihtiyaçlardan bile yoksun bulunan köylere öğretmen yetiştirilmeye başlandı. Bu öğretmenler sayesinde köylere Cumhuriyet inkılapları ve yasaları girdi.

Osmanlı’nın kritik eşiği (geri dönülemez çöküş noktası) çok önceden başlamıştı ama Mustafa Kemal, Yeni Türkiye Cumhuriyeti ile bizlere bir Altın Kapı (geleceği çok başarılı olacak bir ulus-devlet yolu) hediye etti. Ancak, kendi içimizdeki mücadele sürüyor.

Ümmetçi İslamcı hareketler ve devşirme Batıcılar, Kurtuluş Savaşı’ndan başlayarak Atatürkçü düşünceye ve devrimlerine karşı her fırsatta dış güçler ve Kürtçülerle işbirliği yapmışlardır. İslamcılar, Atatürk’ün kurduğu modern Türkiye devletinin laik, ulus-devlet yapısına karşıdırlar. Atatürk’ün vefatından sonra özellikle Çok Partili hayata geçiş ile birlikte saklandıkları deliklerden çıkarak, önce siyasi partilere nüfuz etmişlerdir. Daha sonra partileşerek Atatürk devrimlerine karşı en büyük tehlikeyi oluşturmaya devam etmekte, bir karşı-devrim peşindedirler. 

Tanzimat döneminde, Batılılaşma yanlıları ile çekişen İslamcılar, 1938 yılına kadar, işlerine geldiği gibi yabancılar ve Kürtçü-bölücülerle işbirliği yaptılar. Cumhuriyetin kurulduğu günlerden başlayarak, prestijlerini ve ekonomik güçlerini kaybetmelerinden dolayı, kendilerini mağdur hisseden tarikat şeyhleri ve profesyonel din adamları yeraltında örgütlenerek devlete karşı isyan ettiler. Şeyh Sait isyanının etnik tetiği, dinî unsurların dış güçlerle (özellikle İngilizlerin) ittifakıyla çekilmiştir. İrtica kaynaklı Menemen olayını, Nakşibendîlerin bir dizi isyanını, 1920’li yılların sonu ve 1930’lu yıllarda görmekteyiz.

Atatürk Devrimi atılımı 25-30 yıl sürdü ve bu kadar kısa sürede başardığı işler öylesine büyük ve köklü oldu. Türk toplumunun yaşamına öylesine yerleşti ki, 100 yıldır birçok büyük karşı devrim dalgasında sayısız yıkımlara uğratılmasına rağmen, temelleri bugün bile ayakta.

Çok partili hayata geçildikten sonra 1940’ların sonundan itibaren Atatürk’ün ilkelerinden tavizler verilmeye başlandı. Verilen ödünler Anadolu’daki gelenekçi kitleleri güçlendirirken, laik egemen sınıfı marjinalleştirdi. Önü açılan tarikat ve cemaatler, dini yayınlar ile birlikte siyasal İslam yükseldi. Aslında Türkiye, yalnızca özgün Batı modeline dayanmakla kalmayıp, ona rakip olabilecek yerli bir modernlik geliştiren ilk Müslüman ülkedir.

Türkiye’de dinsel düşünce ve anlayışlardaki değişim, 1970’lerden itibaren Ortadoğu’daki İslamcı ve Arapçı milliyetçi hareketlerin kitaplarının Arapçadan tercüme edilmesi ile başlamıştır. 1980-1983 yılları arasında sessiz kaldılar, yeraltına indiler ve siyasî arenadan da çekildiler. Bu dönemde resmî-dinî eğitim faaliyetlerine destek sağlayarak kendini var etmeye ve gençleri etkilemeye çalıştılar. Ancak, 1980 darbesinden sonra, bir türlü örgütsel yapıları tamamen ortadan kaldırılmadı, İslamcılardan kimse hapse girmedi. Fakat onlar yine devlete sızarak, açılan Kur’an kursları yolu ile belirli bir kitleyi etkilemeye devam ettiler.

1980’lerden sonraki gelişmeler çok daha büyük bir İslamcı dalga ortaya çıkardı. İslam’ın Türkiye’deki siyasi ve ekonomik hayatı büyük ölçüde etkilemeye başladığı bu dönemde İslamcı kesimlerin en başta gelen hasım olarak gördükleri ordu içine sızma çalışmaları başladı. Askeri lise ve harp okullarına sızdırılan İslamcı öğrencilerin okullardan atılması ve Askeri şura kararları ile dinci faaliyetlerinden ötürü ilişiği kesilenler gündem de yer almaya başladı.

            1980’lerde, İslamcı entelektüeller ile birlikte İslamcı dergi, gazete ve kitaplar da çoğaldılar. İslami kesimde dergiler dönemini başladı, neredeyse, her tarikatın, dergâhın, cemaatin dergisi vardı[12]. Bu dönemde Anavatan Partisi ile yakın ilişkiler kuran İslamcı sermaye de gelişmeye başladı. Kısaca, bugünkü İslamcı kesimlerle birlikte bin yıllık kültür birkaç yıl içinde varoş muhafazakârlığına, sonradan görme liberalliğe teslim edildi[13]. Bugün ise, köktenci İslam dergileri, gazeteleri, radyoları, televizyonları ve diğer iletişim araçları kestirilmesi güç bir boyuta ulaşmıştır.

Sonuç

Bugün, Cumhuriyet’in temizlemeye çalıştığı Ortaçağ artığı ilişki ve kurumlar yeniden dirilme peşindedir. Türkiye, bağımsız, Ortaçağın kulluk ilişkilerinden arındırılmış, çağdaş ve demokratik bir Cumhuriyet ülkesi olmaktan çıkarılıp; bir tarikatlar ve cemaatler cumhuriyeti ülkesi haline getirilmeye çalışılıyor. Türkiye ve Türk milleti, “istiklal ve cumhuriyetinin” kökten yıkılması tehlikesi ile karşı karşıyadır.

        Bu tehlikeye 1933’de dikkati çeken Türk Bağımsızlık ve Cumhuriyet Devrimi’nin önderi, Gençliğe Hitabe’sinde sadece tehlikeyi dile getirmekle kalmamıştı. Aynı zamanda millete, gençlik üzerinden bir çağrıda bulunmuştu;

        “Bir gün, istiklal ve cumhuriyeti müdafaa mecburiyetine düşersen, vazifeye atılmak için içinde bulunacağın vaziyetin imkân ve şeraitini düşünmeyeceksin[14].” 

Son olarak Atatürk’ün Cumhuriyet üzerine söylediği önemli sözlerinden bazılarına yer verelim;

“Türk milletinin tabiat ve âdetlerine en uygun olan idare, cumhuriyet idaresidir”.

1924 (Atatürk'ün Söylev ve Demeçleri III, s. 74)

“Az zamanda çok büyük işler yaptık. Bu işlerin en büyüğü, temeli Türk kahramanlığı ve yüksek Türk kültürü olan Türkiye Cumhuriyetidir. Bundaki başarıyı Türk milletinin ve onun değerli ordusunun bir ve beraber olarak kararlı bir şekilde yürümesine borçluyuz”

1933 (Atatürk'ün Söylev ve Demeçleri II, s. 272)

“Bugünkü hükümetimiz, devlet Örgütümüz doğrudan doğruya milletin kendi kendine, kendiliğinden yaptığı bir devlet örgütü ve hükümettir ki, onun ismi Cumhuriyettir. Artık hükümet ve hükümet mensupları kendilerinin milletten ayrı olmadıklarını ve milletin efendi olduğunu tamamen anlamışlardır”.

1927 (Atatürk'ün Söylev ve Demeçleri II, s. 435)

“Benim naçiz vücudum bir gün elbet toprak olacaktır; fakat Türkiye Cumhuriyeti sonsuza dek yaşayacaktır. Ve Türk milleti güven ve mutluluğun kefili olan ilkelerle, uygarlık yolunda, tereddütsüz yürümeğe devam edecektir”.

1926 (Atatürk'ün Söylev ve Demeçleri III, s. 80)

Atatürk, Cumhuriyetimizi öncelikle gençlerimize emanet etmiştir;

“Ey yükselen yeni nesil! İstikbal sizsiniz. Cumhuriyeti biz kurduk, onu yükseltecek ve yaşatacak sizsiniz.”

 

[1] Şeyh Bedrettin hakkında bakınız; Cemil Yener, Şeyh Bedrettin, Varidat, Milenyum Yayınları, (İstanbul, 2017) ve Ahmet Güner Sayar, Velayetten Siyasete  Şeyh Bedrettin, Ötüken yayınları, (İstanbul, 2018).

[2] Erdoğan Aydın, Osmanlı Gerçeği, Literatür Yayınları, (İstanbul, 2018), 189.

[3] Taner Timur, Osmanlı Toplumsal Düzeni, İmge Kitabevi, (İstanbul, 1994), 165.

[4] Mustafa Akdağ, Türk Halkının Dirlik ve Düzenlik Kavgası/Celali İsyanları, Cem Yayınları, (Ankara, 1995), 88.

[5] Halil İnalcık, Osmanlı Tarihi Üzerinde Kamuoyunu İlgilendiren Bazı Sorunlar, Doğu Batı Makaleler I, Doğu Batı Yayınları, 2. Baskı, (Ankara, 2005), 323.

[6] Suna Kili, Atatürk Devrimi, Bir Çağdaşlaşma Modeli, İş Bankası Yayınları, (Ankara 1998), 115

[7] Bkz. Atatürk’ün Cumhuriyet sonrasındaki hedefleri için; Atatürk Araştırma Merkezi, Atatürk’ün Cumhuriyetin İlanından Sonraki Hedefleri (Bildiriler), Atatürk Araştırma Merkezi Yayınları, (Ankara, 1999).

[8] Sait Yılmaz, Asya Devrimleri ve Atatürk, Nobel Yayınları, (İstanbul, 2024), 3.

[9] Halil İnalcık, Osmanlı Tarihi Üzerinde Kamuoyunu İlgilendiren Bazı Sorunlar, Doğu Batı Makaleler I, Doğu Batı Yayınları, 2. Baskı, (Ankara, 2005), 208-209.

[10] Anıl Çeçen, Atatürk ve Cumhuriyet, Ankara, 1981, s107-174.

[11] Ömer Kürkçüoğlu, N. Çağan, G. Bozkurt, M. Ergun, İ. Güneş, N. Genç, E. Taşdemirci, Atatürk İlkeleri ve İnkılâp Tarihi I/2 - Atatürk İnkılapları, YÖK Yayınları, II. Baskı, (Ankara, 1997), 52-53.

[12] Soner Yalçın, Bu Dinciler O Müslümanlara Benzemiyor, Doğan Kitap, (İstanbul, 2009), 41-42.

[13] Yalçın, a.g.e., (2009), 39.

[14] Atatürk’ün Gençliğe Hitabesi, (20 Ekim 1927). Atatürk’ün kendi sesinden dinlemek için; ataturk.turkiye.org

Toplam 379 defa okunmuştur.

Prof. Dr. Sait Yılmaz diğer yazıları:

YORUM YAZ

UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.