Prof. Dr. Sait Yılmaz
Prof. Dr. Sait Yılmaz - Yazar

Tanrı, Tanrısallık ve İnsan Olmayı Aşmak

İnsan olmayı nasıl aşarız? Bu sorunun cevabını din, felsefe ve bilim içinde ama daha çok metafizik alanda arayacağız. Din, dünya ve ahiret görüşüne ilişkin metafizik dogmalar içeren toplumsal bilinçtir. Metafizik ve yaratılış ile ilgili bir analiz yapabilmemiz için üç farklı kavramı ve ortamı anlamamız gerekiyor;

- Tanrı,
- Tanrısallık (Ulûhiyet) ve
- İnsan olma durumu.

Tanrı soyut bir kavram, inananların hissedebildiği ama dokunamadığı bir olgudur. İnananların çoğu Tanrı’nın bizi, her an kendisini izlediğini düşünür. Birçoğumuza göre, hepimizin içinde bir parça Tanrı var, içimizdeki Tanrı benim özüm, en iyi halim, olmam gereken kişidir. Nöro-teoloji uzmanlarına göre; beyinde tek bir Tanrı bölgesi yok, Tanrı ile bağ kurmak beynimizi ve dünyayı algılamamızı değiştiriyor. 
Tanrısallık, var olması için hiçbir varlığa ihtiyaç duymamak, her şeye gücü ve kudreti olmayı içerir. Tasavvufta tanrısallık; Tanrı’nın zatına ait sıfatların varlık dünyasında görülmesidir. Doğaüstü güçlere dayandırılan dinler, toplumlar için Tanrısallık (kutsallık) atfedilen ahlaki ilke ve ibadetler öngörürler. İnananlara göre, Tanrılar bizimle mucizeler aracılığıyla temas eder. Dünyada iken Tanrı’nın alanında rolü olduğuna inanan, aracı olmaya çalışan din adamları (Şaman, Rahip, Halife vb.) gibi Tanrı tarafından seçildiğine inanan insanlar da var.
İnsan; Tanrı’nın kendisini yaratılışın merkezi ve nedeni olarak gören zekâ sahibi bir canlı formudur. İnsan, kendini Tanrı ile özdeşleşmeye çalışmıştır. Buna göre; Tanrı ile insan ikili bir yapıya sahiptir, bu ikili yapının daha üstün olan kısmı gayp âlemindeyken yani görülmezken, aşağıda olan kısmı zuhur âlemindedir yani görünürdür. İnsanın önceden belirlenmiş sınırları ve varoluşun geçiciliğine trajik bakış, paradoksal bir biçimde insanlık durumunun yeniden değer kazanmasına yol açmıştır. 
Bilim ve teknolojide yaşanan devrimsel gelişmelerle insan artık ‘insan olma durumu’ halini aşma safhasına gelmiştir. Tanrısallığa ve Tanrı ile özdeşleşmeye gittikçe daha hızlı bir şekilde yaklaşıyoruz. Bu makalenin konusu ise insanın görünmeyen dünya ile ilişkisi, bu dünya ile bağlantı kurmanın yollarını araştırmak yani metafiziğe dönüş. Eğer göremediğimiz boyutlara geçmeyi, görünmez kapıları bulmayı başarabilsek, ölümsüzlüğü de bulacak, sonuçta Tanrı’da olacağız.

İnsan olma durumu

Alman Katolik teolog ve mistik (üstat) Eckhart’a göre (1260-1328), Tanrı ve Tanrısallık birbirinden gök ve yer kadar farklıdır. Tanrı, yapar, meydana getirir; Tanrısallık, yapmaz, yapacak hiçbir şeyi yoktur. Tanrı ve Tanrısallık arasındaki fark, bir şey yapmak ve yapmamaktır. Eckhart, tam anlamıyla, Hristiyan mistisizm tarihindeki yeni aşamanın teoloğudur. Dünyadan el etek çekmeden Tanrı ile ontolojik özdeşliğe yeniden kavuşma olanağını bildirir. Ona göre bu mistik deneyim “kökene dönüş” sonucuna yol açar ama bu köken Âdem’den ve dünyanın yaratılışından eskidir. Eckhart’ın teolojisi doğrudan tanrısallığın varlığına soktuğu bir ayırımı geliştirir. ‘Tanrı (Gott)’ sözcüğü ile yaratıcı Tanrı’yı ifade ederken, tanrısal tözü anlatmak için ‘tanrısallık (Gottheit)’ terimini kullanır. Gottheit, ‘Tanrı’nın kurucu ilkesi ve rahmidir, Grund’tur.
Dionysios Areopagos, Tanrı’yı “saf bir hiçlik” diye tanımlamıştı. Eackhart, bu negatif teolojiyi sürdürür ve boyutlandırır; “Tanrı isimsizdir, çünkü hiç kimse onun hakkında bir şey söyleyemez ve anlayamaz..” 
İnsanın önceden belirlenmiş sınırları ve varoluşun geçiciliğine trajik bakış, paradoksal bir biçimde ‘insanlık durumu’nun yeniden değer kazanmasına yol açmıştır. Tanrılar, insanı sınırlarını aşmamaya zorladığı için, insan sonunda insanlık durumunun mükemmelliğinin ve bu nedenle de kutsallığının farkına varmıştır. Başka bir deyişle, yaşama sevincinin dinsel anlamını, erotik deneyimin ve insan bedeninin güzelliğinin kutsal değerini, her türlü toplu eğlencenin (oyunlar, danslar, şarkılar, sportif yarışmalar, şölenler vb.) dinsel işlevini yeniden keşfetmiş ve son noktasına vardırmıştır. İnsan bedeninin mükemmelliğinin dinsel anlamı (fiziksel güzellik, hareketlerin uyumu, huzur, sükûnet) sanatsal kalıbında esin kaynağı olmuştur. İnsan bedeninin mükemmelliği dinsel anlamını Yunan tanrı heykelciliğinde bulur.

İnsan olma durumunu aşmak

‘Yaşarken kurtulmuş (civan-muktalık)’ kişiler, iyilik ve kötülüğün ötesine geçmişlerdir ve dünya değerlerini dikkate almak zorunda değildirler, onlara her şey mubahtır. Samadhi’yi gerçekleştirdiğini iddia eden veya buna içtenlikle inanan çok sayıda yoginin yeryüzünde kendi cennetlerinde yaşadığı kabul edilir. Davranışları artık neden-sonuç ilişkilerinin dışına çıktığı için metafizik açıdan bunu yapmaya hakları vardır. Civan-mukta tanımı gereği, her türlü arzudan kurtulmuşlardır (çünkü tüm yaşananlar yok edilmiştir), davranışları herhangi bir sonuca yol açmaz, kurtulmuş ruh artık karmanın etkisi altında değildir.
Mesnevi’deki ifadelerle; insanın varoluşu Yaradan’ın iradesine ve planına göre gelişir. İnsan, Tanrı tarafından O’nunla dünya arasında aracı olarak görevlendirilmiştir. İnsanın “tohumdan akla kadar süren seyahati” boşuna değildir. “Bu varoluş dünyasına gelindiği anda, oradan kaçabilmen için önüne bir merdiven konuldu.” Aslında insan önce maden, sonra bitki, sonra da hayvan olmuştu. “Sonra bilgi, akıl, iman yeteneğine sahip insan yapıldın”. “Sonunda insan bir melek haline gelecek ve mekânı cennet olacaktır. Ama bu son aşama değildir. Meleklik halini de aş, bu ummana (Tevhid) dal ki su olandan deniz olabilsin”. Mevlana, Mesnevi’nin meşhur bir bölümünde (II, 1157, 1160 vd.) Allah’ın bir sureti olarak yaratılan insanın başlangıçtaki tanrısal biçimli doğasını açıklar.
Aquinolu Tomasso’ya göre, açık bir gerçeklikten yola çıkılarak Tanrı’ya ulaşılır. Her etkili neden bir başka nedenin varlığını gerektirir ve bu dizi boyunca geriye doğru uzandıkça ilk nedene, Tanrı’ya varılır. Akıl tarafından bu şekilde keşfedilen Tanrı, sonsuz ve basit olsa da, insan dilinin ötesindedir. Tanrı, katıksız var olma edimidir (ipsum esse), dolayısıyla sonsuz, hareketsiz, ezeli ve ebedidir. Nedensellik ilkesine dayanarak varlığı kanıtlanınca, aynı zamanda Tanrı’nın dünyanın yaratıcısı olduğu sonucuna da varılır. Her şeyi özgürce, hiçbir zorunluluk duymadan yaratmıştır. Ama Tomasso’ya göre insan aklı dünyanın ezelden beri mi var olduğunu ya da tam tersine yaratılışın zaman içinde mi gerçekleştiğini kanıtlayamaz.
İbn Arabi şunu kabul eder: “Mistik hallere ilişkin bilgi ancak tecrübeyle edinilebilir; insan aklı onu tanımlayamadığı gibi, mantık yürüterek, çıkarsama yoluyla da ona ulaşamaz.” Batınilik bu nedenle gereklidir: “Bu manevi bilgi türü yüceliği nedeniyle insanların çoğunluğundan gizlenmelidir. Çünkü derinliklerine ulaşılması güçtür ve tehlikesi büyüktür.” İbn Arabi metafiziğinin ve tasavvufunun temel anlayışı Vahdet-i Vücud yani hem Varlığın hem de İdraki Birliğidir. Başka bir ifadeyle, farklılaşmış, bütünsel Gerçeklik Uluhiyettin ilk varoluş tarzını oluşturur. Aşkın harekete geçirdiği ve kendini tanımak isteyen bu ilahi Gerçeklik, özne (bilen) ve nesne (bilinen) olarak bölünür. 
Her insan yaratılmış bir varlık olarak gizli özünde Tanrı’dan başka bir şey olamaz; insan, Allah’ın bilgisinin nesnesi olarak, Tanrı’nın Kendisini bilmesine katkıda bulunur ve böylece İlahi özgürlüğe katılır. Kamil İnsan, Gerçekliğin iki kutbu arasındaki Berzah’ı oluşturur. O hem erkektir, yani Göğün ve Tanrı Kelamı’nın temsilcisidir hem de dişidir, yani yerin ve Kozmos’un temsilcisidir. Göğü ve Yeri şahsında birleştiren Kamil İnsan aynı zamanda Vahdet-i Vücuda erişir. Veli, yaratma gücünü (himmet) Tanrı ile paylaşır yani kendi içsel imgelerini nesnel olarak gerçekleştirebilir. Ama hiçbir Veli, bu imgelerin nesnel gerçekliğini sınırlı bir süre dışında koruyamaz.

Evrenin boyutları

20. Yüzyılın başına kadar evrenin en fazla üç boyutlu olduğunu düşünüyorduk.  Birinci boyut düz bir çizgidir, ikinci boyut ile yükseklik, üçüncü boyut ile derinlik eklenir. Albert Einstein gibi bilim insanları dördüncü boyutun ‘uzay-zaman ‘olduğunu ve bilinen maddenin herhangi bir noktada tüm özelliklerine hükmettiğini düşünüyorlar. Üç boyut boyunca nesneler zamana göre evrende bir boyut oluştururlar. Altıncı boyuta geldiğimizde muhtemel evrenlerin olduğu bir düzlem görebiliriz. Böylece bütün muhtemel boyutları kıyaslayabilir, bizimki gibi diğer evrenlerin başlangıç koşullarını (Büyük Patlama vb.)  fark edebiliriz. 
Teoride beşinci ve altıncı boyutlara hükmedebilirseniz zamanda geriye veya geleceğe yolculuk yapabilirsiniz. Yedinci boyutta ise farklı başlangıç koşullarına sahip muhtemel dünyalara ulaşım olanağınız olabilir. Burada, her şey zamanın en başından farklı gerçekleşir. Sekizinci boyuta geldiğimizde farklı başlangıç koşullarına sahip ve sonsuza kadar dallanan muhtemel evrenlerin muhtemel tarihsel düzlemine ulaşılabilir. Bu nedenle bunlara ‘sonsuzlar’ denir. Dokuzuncu boyuta geldiğimizde ise, farklı fizik kanunları ve başlangıç koşullarına sahip  bütün muhtemel evren tarihlerini kıyaslayabiliriz. Onuncu ve son boyutta ise hayal edilebilir her şey muhtemeldir. Bunun ötesi ise biz ölümlüler tarafından hayal edilemiyor ve boyutlara ilişkin doğal bir limit oluşturuyor.

                                        Tablo 2: Evrenin Boyutları

tablo1.png

Evrenin her yerinde belirsizlik ve boş alanlar var. Evrendeki her şeyin temeli atomlar değil, evrene yayılmış alanlar ve bu alanlardaki dalgalanmalardır. İşte burada çözmemiz gereken en zor problem ortaya çıktı; evrene hareketini veren Kuantum Vakum Dalgalanmaları hangi prensibe göre hareket etmektedir? 
Kuantum Dalgaları ile ilgili çözüme karanlık madde ve karanlık enerji yanında, kütle parçacık ilişkisini de ilave etmeli, bu dalgaların nasıl evrene şekil verdiğini, her şeyi yarattığını ortaya koymalıyız. O zaman evrende boyut atlamayı öğreneceğiz. Buna Üçüncü Bilimsel Devrim diyebiliriz. Bu devrimin sonunda;

- Evrendeki gerçek konumumuz.
- Nereden gelip, nereye gittiğimiz.
- Varlık ve varoluş hikâyemiz ortaya çıkacak.

Görünmeyen dünyayı görecek ve yeni boyutları görmekle kalmayacak, o boyutlarda seyahat edebileceğiz. En basit anlamı ile Işınlanma mümkün olacak.
Geldiğimiz noktada evrenin yaratılmasını neyin sağladığı bilinmemektedir. Bunun sırrını ilahi kitaplarda değil, bilim ile arıyoruz. Atom boyutuna indirgediğimizde bütün evrene bakışımız değişiyor, parçacık kalkıyor, dalga geliyor. Sizler de aynı kaynaktan gelen bir dalgasınız.
Evrende maddenin sürekli olarak üretiliyor olmasının henüz bir açıklaması yok. Kuantum kütle-çekimini daha iyi anlayacak, sicim kuramı üzerine bir şeyler öğretecek vasıtalar arıyoruz. Işık fotonlarını, kozmik ışınları, nötrinoları, kütle-çekim dalgalarını, hatta karanlık madde parçacıklarını görebilen dev aletlerden veri toplayabiliriz. Üçüncü Bilimsel Devrimin eşiğindeyiz. Sadece matematik ve fizik yetmez, metafizik de lazım. 

Görünmeyeni görmek

İnsanlar yeni bir görme şekli icat ettiğinde asla hayal edemediği şeyleri görmeye başladılar. Gözümüzle görebildiklerimiz için iki tür ayna geliştirdik;

- Uzayda yani makro evrende göremediğimiz kütleler için; teleskop,
- En küçüğün dünyası yani mikro evrende göremediklerimiz için; mikroskop.

Teleskop ile makro evrende yeni doğan yıldızları ve onun oluşturduğu galaksileri ve evrenin genişlemesi ile birlikte zamanda geri gitmeyi öğrendik. Şimdiye kadar geçmiş bütün zamanın %97’sine kadar geri gidebildik, büyük patlamadan 400 milyon yıl sonra oluşan bir galaksi bulduk. Ama bu hikâyenin başlangıcı değil. Şu an ilk galaksileri göremememizin basit bir nedeni var; görülmezler. Uzay, evrenin başlangıcından beri genişlemektedir ve bu nedenle ışık uzar. 13.5 milyar yıl önce yayılan ışık sonunda bize ”kızılötesi ışık” yani “ısı radyasyonu” olarak gelir. Kızılötesi ışık bizim gibi nesnelerden çıkar, hepimiz kızılötesi ışık veririz. Normal gözle göremediğimizi kızıl ötesi görme araçları ile görüyoruz. Astronomlar on yıllardır, kızıl ötesi görme üzerinde çalışıyorlar. 
Hassas mikroskoplar ile hücre yapılarını ve belirli bir boyuta kadar atom parçalarını görebiliriz. Ancak, temel parçacıklar özel detektörler veya elektron mikroskopu ile fark edilebilir. Kuantum parçacıkları özel teknolojiler ile bile görülmez ama tespit edilir. Örneğin CERN’de parçacıklar hızlandırılarak detektöre gönderilir ve çok kısa sürede kaybolan bu kuantum boyutunda parçacıkların sadece izlerini görebiliriz. 
Şekil 4’de görülen elektronik spektrum içinde insan gözü ancak ortadaki renkli kısmı görebilme yeteneğine sahiptir. Gözlerimiz ancak bu ışıklara (elektromanyetik foton; ışık taneciği) renk vererek, ayırt edebilir. Görüldüğü gibi ışık taneciğinin enerjisi en düşük olan radyo dalgalarından en yüksek ve insan için en tehlikeli olan (nükleer) gama ışınlarına doğru bir dağıl söz konusudur. Enerji arttıkça dalga boyu kısalır. 
Göremediğimiz-algılayamadığımız evrende kütleli (madde) ve kütlesiz (ışık) parçacıklarının halen yaşadığımız dört boyutlu evrendeki yansımalarını bularak yani insanın bugünkü ölçülerine getirerek işe başlayabiliriz. Ancak, insan bedeni dört boyuta göre inşa edilmiş ya da biz daha fazlasını kullanmayı bilmiyoruz. Bu yüzden, hem bilimden hem de hurafelerden arınmış metafizikten yararlanmalıyız. 

                     Şekil 4: Elektromanyetik (Işık) Spektrumu

tablo2.pngNot: nm (nano-metre; 10-9). 

Tanrının gözleri ile baktığınızda sade gerçeği görürsünüz. Ve gözünüz aklınız kadar görür. Aslında gören gözlerimiz değil; akıl yani algı dünyamızın kabiliyeti ile görüyoruz. Sadece aklımızı değil, algılarımızı, sezgi ve duyularımızı da geliştirmeli ya da daha iyi kullanmalıyız. Bunun için de teknoloji, biyonik-göz gibi yeni buluşlar peşinde. 
Makalenin devamı ve geniş versiyonu için;
https://www.academia.edu/91699404/Tanrı_Tanrısallık_ve_İnsan_Olmayı_Aşmak

Toplam 2363 defa okunmuştur.

Prof. Dr. Sait Yılmaz diğer yazıları:

YORUM YAZ

UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.