Prof. Dr. Sait Yılmaz
Prof. Dr. Sait Yılmaz - Yazar

Yoktan Var Olmak

“Günümüzde fizik, uzay, Evren ve varoluş felsefemiz, amacımız,
son hedefimiz gibi konularda ne kadar ilgisiz olduğumuza şaşıyorum.
Çılgın bir dünyada yaşıyoruz. Dikkatli olun.”
Stephen W. Hawking

Gerçek tarih krallıklar ve savaşlar ile değil, Büyük Patlama ile, hidrojenin ilk ve gök cisimlerinin ortaya çıkmasıyla başlar. Buradan herhangi bir boşluğa yer vermeden ve kendi içinde eklenme boşlukları bulunmayan, akla aykırı olmayan bir yol izleyerek, atmosferleriyle birlikte gezegenlerin oluşumuna, oradan hayatın ve beyinlerin doğuşundan bilinç ve aklın ortaya çıkmasına uzanır. Bizler, ilahiyatçıların iddia ettiği gibi, bir defada tamamlanmış olarak ve hazır biçimde bu dünyaya yollanmadık. Bu dünya, kendisinin doğuş ve ortaya çıkış sürecinde meydana çıkan parçalardan biri olarak bizi de gerçekleştirdi. Büyük Patlama’nın bulutu içinde ilk dakikalarda, başlangıçtan hemen sonra, protonlar ve elektronlar birleşip, gelecekteki her şeyin “ilk maddesi”ni oluşturacak hidrojen atomunu meydana getirdiğinde, bu evrende sabitlik ve durağanlık beklenemeyeceği belli olmuştu. Sürekli gelişme ve değişme içindeki bu sonlu evren, sonsuz ve değişmez hiçbir şey içeremezdi. Hayatın doğuşunu sağlayan metan, amonyak ve su gibi başlangıç maddeleri (polimerler), hayatın yapı taşlarını oluşturmuştur. Bunun en belirgin nedeni, hidrojenin ardılı elementler olarak bu türden moleküllerin doğuşuna imkân verecek yapısal özelliklerle donanmış olmalarıdır. Doğa hiçbir zaman daha önce var olan bir şeyi, sözgelimi bir aminoasit dizisini rastlantıyla bir kez daha bütün ayrıntılarıyla ve tıpatıp üretmeye yönelmemiştir. Birleşmiş hücrelere geçiş ile birlikte ölümlülük olgusu ile karşılaştık. Tarihin ilk çokhücrelisi, tarihe ilk cesedi hediye etmiştir. Çok hücreli birey (bizler de) kuşaktan kuşağa taşımak zorunda olduğu potansiyel için cinsellik hücrelerini edinmiştir.
Dünyanın oluşumu tıpkı üzerindeki canlı ve cansızlar gibi pek çok öngörülemeyen felaket ve kaotik gelişmenin sonucunda tesadüflerle gerçekleşti. Tıpkı ilk madde gibi yoktan var olduk ve özümüz o ilk maddede gizli. Varoluş, bir bütündür; oluşum sürecinde bazı cansızlar canlı olma özelliği kazandı bazı canlılar da “canlı” olma özelliğini yitirdi ve cansız oldu. Doğa Kanunları, şartlar uygun olduğunda cansızın canlı hale gelebileceği bir dinamik olduğunu göstermektedir. Maddeye canlılık veren bu dinamik; organik hale gelme, organların oluşumu örneğin gözün nasıl meydana geldiği gibi sırlarda gizlidir. Evrende mevcut doğa yasaları, koşullar uygun olduğunda hayatın ortaya çıkmasına izin verir. Hatta koşulların uygun olduğu bir ortamda, hayatın ortaya çıkması mevcut fizik ve kimya yasalarında büyük bir olasılıktır. Sık sık doğanın kusursuzluğuna ve iyi tasarlanmış olduğuna atıf yapsanız da, görünüş¸ yanıltıcıdır. Doğa, bilinçsiz gibi işlemesine rağmen, sanki birbiri için yaratılmış olduğunu düşündürecek yapılarla doludur. Fakat bu uyum, belli kurallar dâhilinde kendi kendine işlemeye bırakılacak herhangi bir karmaşık sistemdeki uyumdan farksızdır. Ne evrende özel bir yeri olan bir dünyada yaşıyoruz, ne de doğa ve insan mükemmel. İnsan vücudunun iyi bir tasarım olduğunu iddia etmek, hayal gücünü yeterince çalıştırmadan konuşmaktan kaynaklanır. İnsan vücudunun pek çok zayıf yönü ve yetersizliği vardır. 
Modern bilim der ki, bir kez fiziksel ortam uygun olursa, hayatın oluşması evrendeki mevcut fizik ve kimya kanunlarına göre çok yüksek bir olasılıktır. ‘Hayatın nasıl oluştuğu’ ile ‘Hayatın neden oluştuğu’ aynı şey değildir. Evrimin hiçbir mekanizmasında bilinç bulunmadığından (hücre bölünmesi, DNA’nın kendini kopyalaması, eşeyli üreme, mutasyonlar vs.), evrimin de bir amacı olduğunu düşünmek için bir sebep yoktur. Evrimde amaç olduğu illüzyonunu yaratan faktör, doğada uzun süre değişmeden kalan doğa koşulları ve çevre faktörleri ve de canlıları bu faktörlere göre seçen doğal seçilim prensibidir. Doğada çok yavaş değişen pek çok faktör vardır, örneğin iklim, toprağın ve yaşanan coğrafi bölgenin yapısı, kayaların yapısı vs. Dolayısıyla, doğal seçilim, belli bölge için yaşamaya uygun canlıları seçtiğinden, ortaya çıkan sonuç sanki o canlıların o çevrede yaşamak için özel olarak o şekilde yaratılmış olduğu illüzyonudur. Canlılar öncesinde yaşadıkları çevreyle uyum halinde değildir. Doğal seçilim yoluyla, çevreye daha uygun olanların sürekli seçilmesi sonucu yaşadıkları çevreye uyumlu hale gelmişlerdir. Doğadaki değişmeyen ya da yavaş değişen bazı faktörler ve bunların doğal seçilim sürecindeki belirleyicilikleri yüzünden, belli ekosistemler ve orada yaşayan popülasyonlar için belli eğilimlerden bahsedilebilir. Ama bunlar kararlaştırılmış ve baştan belirlenmiş eğilimler değil, doğanın hızlı ve yavaş değişen faktörleri arasında ortaya çıkan bir dengeden dolayıdır.
Diğer yandan, evrenin dışında ne olduğunu bilmiyoruz. Belki de sonsuz sayıda evren var. Belki bunların çoğu hayatın ortaya çıkmasına izin veren fiziksel kanunlara sahip değiller. Belki biz buna izin veren az sayıdaki evrenlerden birinde yaşıyoruz. Belki de evren sonsuz defalar ‘Büyük Patlama’lar ile ortaya çıkıp, sonra ‘büyük çöküş’ denilen kendi üzerine çökmeyle yok oluyor. Ve her ortaya çıktığında başka doğa yasaları işlemeye başlıyor. Eğer bu sonsuz defalar oluyorsa, bazılarında hayata izin veren doğa yasalarının olduğu evrenler ortaya çıkmış olabilir. Hikâyemiz basit; çok uzun zaman önce evren bir enerji havuzu halinde iken, sıkışmış yüksek yoğunluklu enerji bir noktada aşırı sıcak koşullarda maddeye dönüşmeye başladı, pek çok kimyasal reaksiyon sonucu ışık ve yıldızlar ortaya çıktı, onu galaksiler ve gezegenler izledi. Sonra bu gezegenlerden biri olan dünyada bildiğimiz hayat başladı ve evrenin oluşturduğu maddeden ilk canlılar ortaya çıktı. Peki, biz bu makalede ne yapacağız? Evrende madde ve tüm varlıkları meydana getiren özü, evrimi, canlı ve cansız varlıkların evrimini inceleyecek, yoktan nasıl var olduğumuzu sorgulayacağız. Bununla da kalmayacak, fizik ve doğa yasaları ile ilgili çalışmaların bugün geldiği noktayı anlatırken, çözülen ve henüz çözülemeyen sırlardan ve tabii evrenin geleceğinden bahsedeceğiz. 

Varlığın Özü

Yokluktan var olan kâinatta, gökbilimcilere göre başlangıçta sadece kâinata hâkim olan dört kuvvet vardı; kütle çekimi, elektro-mangetizm, zayıf ve kuvvetli nükleer güçler. Kâinat doğarken, yüksek ısı ve yoğunluk bu dört kuvveti bir arada sıkıştırdı. Patlama ile birlikte evren doğdu, genişlemeye (şişme) ve soğumaya başladı. Kütleçekim hariç diğer kuvvetler ile saniye içinde ayrıldı. Şişme ile birlikte kâinatı sıcak, yoğun gaz doldurdu. İlk saniyeler içinde soğuma ile birlikte ilk protonlar ve nötronlar oluştu. Bunlar ilk üç dakika içinde tekrar birleşerek ağır hidrojeni (döteryum) oluşturdular. Döteryum atomları birbiri ile birleşerek Helyum-4’ü meydana getirdiler. 
Büyük Patlama’dan 380 bin yıl sonra hidrojen ve helyum iyonlarının (elektrik yüklü atomlar) elektronları engelleyerek, elektrikli nötr atomları oluşturdular (yeniden birleşme). Bu özgür elektron ve protonlardan ışık çıktı ve fotonlar (ışık parçacıkları) kâinatta serbestçe yayılmaya başladı. Böylece evren katı bir sis bulutu iken şeffaf hale geldi. O dönemden kalma kozmik mikrodalga geçmiş radyasyonu bugün de izlenebiliyor. Yeniden birleşme sonra kâinat uzun süre karanlık kalmaya devam etti, ta ki Büyük Patlama’dan 300 milyon yıl sonra ilk yıldızlar parlayıncaya kadar. Bu ilk yıldızlar yeniden birleşme sürecini tersine çevirdiler, yeterli radyasyon yayarak kâinatın hidrojeninin çoğunun proton ve elektronlara ayrılmasını sağladılar (yeniden iyonizasyon).  Zamanla, yıldızlar, çekim kuvvetinin etkisi ile galaksileri oluşturdular, evrende büyük ölçekli yapılar ortaya çıktı. Bazı yeni yıldızların etrafında (Güneş de dâhil) gezegenler oluştu. Bu gezegenlerden biri olan dünyada 3.8 milyar yıl önce hayat başladı.
Evrenin ilk anları ile ilgili pek çok spekülasyon var ama asıl soru Büyük Patlama’yı ne başlattı konusu hala gizemini koruyor. Bazı teorisyenler her şeyin yokluktan meydana geldiğini, Büyük Patlama’nın zamanı başlattığını ve öncesinin olmadığını düşünüyor. Döngüsel Model’e göre, bizim evrenimiz öncesinde genişlemekte olan evrenlerden biri. Büyük Patlama oluştuğunda uzaydaki boşlukta bazı kuantum dalgalanmaları bizim gibi bir evren doğurdu yani bir “anne evren” var. Şimdi olan ise karanlık enerji sayesinde evrenin hızla genişlemesi. Bu yüzden, bilim insanları karanlık enerjinin etkilerini ölçmeye çalışıyor. Acaba, genişleme süreci geri çevrilebilir mi? Diğer bir sorun evrenin %80’i görünmeyen karanlık madde ve biz bunu özel bir kütleçekimsel algılama ile görebilir miyiz? Bulmacanın diğer parçaları arasında (şişmeye ivme veren) kütleçekim dalgaları, (uzay zamanda büyük kütlelerin çarpışması ve dalgalanmalara yol açan) karanlık delikler ve nötron yıldızları var.
Büyük Patlama ile hidrojen atomları gizemli bir şekilde iyonlarına ayrıldı. Ancak, evren nasıl yaratıldı? Nasıl, bugün gördüğümüz sonsuz evren haline geldi? İşte bu sorular binlerce yıldır olduğu gibi bugün de filozoflar ve bilim insanlarını meşgul ediyor. Geldiğimiz aşamada bilin insanları, astronomlar (gökbilimciler) ve kozmologlar (evren bilimciler), şu konuda hemen hemen aynı fikirdeler; bildiğimiz kâinat, büyük bir patlama ile oluştu ve sadece maddenin çoğunu değil, sürekli genişleyen evreni yöneten fizik kurallarını da yarattı. 
Tarih boyunca bilim adamları evrenin oluşumu ile ilgili çeşitli yorumlar yapmıştır. Peki, son bilgilere göre evren ve yaşadığımız dünya nasıl oluşmuştur. Elbette ki hiç kimse kesin ve tam olarak evrenin oluşumu ile ilgili net ve son bilgiyi söylüyor diyemeyiz. Hiçbir bilgi kesin ve son değildir. 
Ancak, bilinen husus madde ve anti-madde kuark çağından hemen önce oluştu ve yine tam bilinmeyen bir sebeple madde parçacıkları anti-madde parçacıklarından 100 milyarda bir daha fazla oluştu; yani bizi oluşturan madde, büyük patlamada oluşan maddenin yüz milyarda biridir. Bu bizim gibi tüm canlı ve cansız varlıkların özüdür.
Var olan her şey ve hiçbir şeyin tümü olan evren bilim adamları için hala bir sırdır. Neredeyse en hafif iki elementten meydana gelmiştir. Bu elementler hidrojen ve helyumdur. Evrende diğer maddelerin varlığı seyrektir. Silikon, karbon ve diğer elementler bulutlar, yıldızlar ve gezegenlerde toplanmıştır. 
Hiç kimse evrenin gerçekte ne kadar büyük olduğunu, şeklini, nereden geldiğini ve nereye gittiğini bilemez. Evrende daha uzak noktalara varmayı başarırsak belki daha çok bilgi edinebiliriz.
Evet, başlangıçta boşluk vardı ve sonsuz olasılıklarla dolup taşıyordu. Bunlardan birisi de Siz’siniz. 

Yoktan Var Olmanın Sırrı

Yeryüzünde hayat, bağımsız ve kopuk olaylar zincirinde ya da beklenmedik bir şekilde ortaya çıkmamıştır. Aksine, evrimsel bir seyir izlemiş; akıl almayacak kadar yavaş ama herhangi bir boşluk bırakmasızın, soluk kesecek bir tutarlılık ve sebep-sonuç ilişkisi kurarak yol almış bir evimdir bu. Kimyasal gelişmelerin organik gelişmelere dönüşmesi en azından 1-2 milyar yıl sürmüş, sonunda adım adım ortaya karmaşık yapılı moleküller çıkmaya başlamış, birleşme ve çoğalma yeteneği taşıdıkları için kendilerine “canlı” niteliği atfedebileceğimiz iyice karmaşık maddesel bütünlüklerin evrimine doğru yol alan gelişme başlamıştır. İlk moleküllerden karmaşık moleküllere, buradan “canlı” molekül yapılarına geçiş öyle yavaş ve boşluksuz gerçekleşmiştir ki, “cansız” diye nitelendirdiğimiz geçmiş ile bir sınır çizmemiz imkânsızdır. Dünyada hayat 3.5-4 milyar yıl önce başladı ve o dönemde olup bitenlerin izlerini vücutlarımızda gizlemekteyiz.
Her şey hidrojenle başladı. Hidrojen atomu, kendisinden daha ağır ve yapıca karmaşık en az 91 atomun doğuşuna yol açtı. Hidrojenin Büyük Patlama ile birlikte ortaya çıkışını hemen ardından doğa yasaları uyarınca geçirmeye başladığı değişmelerin ve gerçekleştirdiği gelişmelerin öyküsü evrenin tarihidir. Büyük Patlama’dan itibaren uzay, zaman ve doğa yasaları vardı. Bu başlangıç, evrenin en büyük sırrıdır. Bu üç gerekli ve yeterli koşul, hidrojeni sürekli bir dönüşme ve değişme sürecine sokmuş ve zaman içinde maddeden, kendi varlığımızda dâhil olmak üzere, var olan her şey türemiştir. Evrim, başlangıçtan itibaren kendi içinde tutarlı ve kesintisiz bir çizgi izleyerek maddenin küçük birimlerini meydana getirdikten sonra, bunlardan biri, kendilerine “canlı” niteliğini yakıştırdığımız karmaşık ve daha gelişmiş yeni yapılar ortaya koymaya yöneldi. İlk canlı hücre hiç kuşku yok ki, hidrojenin doğal, meşru bir ardılıydı. Doğa yasaları, dünyamızın kendi içinde yer almayan bir kökeni olduğunu göstergesidir. 
Hayatın moleküller basamağında olup biteni şu şekilde özetleyebiliriz. Hücrenin çekirdeği içinde bulunan DNA molekülünün üzerinde yer alan baz-üçlüleri öbekleri aracılığıyla çok belirli aminoasit dizilimlerine ilişkin şifreler, çekirdeğin içinde depolanmıştır. Hücre plazması içinden belirli zamanlarda çekirdeğe geçen nükleotitler çekirdekteki DNA’nın sarmallarını kopya ederler. Bu işi mesaj taşıyıcı RNA molekülü yapar. RNA, çekirdekten aldığı bilgileri aktarıcı ya da taşıyıcı RNA’lara verir. Hücre elde ettiği örneklere göre yapısını yenilemek üzere gerekli bütün proteinleri inşa eder, özellikle de enzimleri kurar. Bir enzim üzerindeki aminoasit diziminin biçimi, o enzimin sadece kendi kendine özgü olan karakteristik işlevini belirlediğinden, hücre çekirdeği içindeki DNA molekülünün hücre plazmasına yolladığı mesajlar sayesinde, dolaylı yoldan bir hücrenin bütün yapısıyla birlikte akla gelebilecek bütün görevlerini ve faaliyetlerini de belirlemektedir. Hücrelerin çoğunda uzmanlaşmış, hücreye özgü işlevleri olan organeller bulunmaktadır. En göze batan organel, hücre çekirdeğidir. Diğerleri arasında mitokondriler, ribozomlar, kloroplastlar ve kamçı vardır. 
Öğrendiklerimiz bize, hiçbir organizma türünün kendi başına, ötekilerden yalıtılmış doğamayacağını, doğsa bile, yaşama şansının bulunmayacağını göstermiştir. Her bir organizma, çok yönlü madde özümseme süreçlerine katılmadan edememekte ve her defasında yeniden var olup yok olmaktadır. Ama gene de içinde var olduğu yaşama mekânının dengeli kalması ve o organizmaya gerekli ve aynı yaşam koşullarını sürekli olarak sunması şarttır. Bu da ancak, yeni besinlerin sürekli üretilmesine, ölmüş biyolojik varlıkların organik maddelerinin parçalanarak kendilerini oluşturan temel maddelere ayrıştırıldıktan sonra yeni varlıkların kurulması için hazır edilmesine imkân verecek büyük döngülerin oluşmasına bağlıdır. Bu türden madde dolaşımlarının karmaşık zincirlerinin ayakta durabilmesi, sayısı neredeyse belirsiz bir canlı türü çeşidinin varlığını şart koşar. Yeryüzünde bu dolaşımın zinciri, bitkilerden başlayarak parçalayıcı bakteriler üzerinden geçer, yeraltına uyum sağlayıp oradaki hayata göre özellikler edinmiş hayvansal bitkilerden ve otoburlardan öteye, pratikte herhangi bir boşluk bırakmaksızın yaşamaya elverişli mekânın en ücra köşelerine kadar uzanır.
Kuşların yuva yapmalarından tırtılların kendini koruma yöntemlerine kadar pek çok davranışın açıklaması ilahiyatçılar tarafından onları yaratan Tanrı’nın onları gerekli bilgilerle donattığı şeklinde açıklanır. Ancak, bu bilim insanlarının kabul edeceği bir varsayım değildir. Modern bilimin “içgüdü” kavramı da tam bir açıklama olmamaktadır. İçgüdü, bilim insanlarının doğuştan gelen belli başlı davranış biçimlerini ortak bir paydada toplamak için üzerinde uzlaştıkları bir kavramdan başka bir şey değildir. Ancak, doğuştan gelen davranışların incelenmesi sonucunda bize gelen bilginin, canlı organik dünyada herhangi bir somut organizmanın varlığına bağlı olmayan bir zekânın, başka bir deyişle kendisini ağırlayan bir beyne gerek duymayan bir aklın, bir düşünebilme yeteneğinin var olabileceğini öğretmektedir. Organik bir beyni olmayan tırtılın akıllılığından söz edemeyiz. 
Akıl, beynin gelişmesi ile ortaya çıkmamıştır. İnsan aklı gökten düşmemiştir. Akıl (zekâ), bu dünyaya ilk kez insanlarla birlikte gelmemiş, evrenle birlikte, evrenin başlangıcında var olduğu için, doğa yalnızca insanı değil, beyni ve nihayet insan bilincini yaratabilmiştir. Modern bilim, gerek evrende gerekse doğada aklın belirtileri ve izleri, insanlardan ve insan bilincinden çok önce ortaya çıktığı sonucuna varmıştır.
Evrendeki doğa yasaları, uygun koşullar oluştuğunda hayatın büyük olasılıkla oluşacağını gösterir. Doğa yasaları der ki; enerji, her şeydir ve organize haldedir. Yaşamın ilk amacı, herhangi bir dünyanın (gezegenin) var olabilmesi için gerekli özel enerjileri tezahür ettirmektir. İkinci amaç ise belirli yaşam-formları olan çeşitli enerjileri canlandıracak ve bilinçte sürekli bir gelişme meydana getirmelerini sağlayacak şekilde davranmaktır. Var olma sürecinde kendini çeşitli yapılara dönüştürür, örneğin çeşitli evrenlere, güneşlere, gezegenlere ve başka şeylere. Düşünce enerjidir, her şeyi o yaratır. İnsanın gelişiminin bir sonraki aşamasındaki büyük şeylerden biri, herkesin kendi kaderinden sorumlu olduğunu idrak etmesi olacak. Yaratılıştaki her şey aralıksız bir gelişim süreci içinde ve yaratılış çeşitli boyutlar ve bunlara tekabül eden çeşitli fiziksel yoğunluk derecelerinden oluşuyor. Dünyamız, var olan her şeyi kapsamamaktadır. Gelecek, galaksiler arası bilince doğrudur. Büyük Patlama’dan bu yana geçen 14 milyar yılın öyküsü bize uzak bir gelecekte, önce Samanyolu’na bölge bölge yayılacak galaksiler arası bir uygarlığı keşfedeceğimizi gösteriyor. Bunun başlangıcı muhtemel o uygarlıklardan alacağımız bir sinyal olacak. Bu sinyali almak için uzayın resimlerine bakmak yerine; evrenin derinliklerini, görünmeyeni ve duyulmayanı algılayacak yeni gözler ve kulaklar edinmeliyiz.
    Makalenin devamı ve geniş versiyonu için;
    https://www.academia.edu/100264538/Yoktan_Var_Olmak
 

Toplam 1722 defa okunmuştur.

Prof. Dr. Sait Yılmaz diğer yazıları:

YORUM YAZ

UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.