Çöl Aslanı ve Hasarlı Göz
Yüz yıl aradan sonra, haftalardır dünya basınında Libya konuşuluyor yeniden. Bütün dünyanın kadrajında Libya var. Orada yaşayan insanları nedense pek bir önemsiyor dünya kapitalizmi! Tıpkı Suriye’de, Irak’ta, İran’da, Tunus’ta, Fas’ta, Türkiye’de yaşayanları önemsedikleri gibi!
Türkiye ‘Akdeniz’deki çıkarları’ için bir anlaşma imzaladı;Libya’da iç savaşın taraflarından biri olan ‘Ulusal Uzlaşı Hükumeti’ ile… Yunanistan ve İtalya bu anlaşmaya çok bozuldu. İngiltere, Fransa ve Almanya kendi çıkarları ne olacak diye endişeli. Rusya, esas belirleyici ve ağabeymiş gibi caka satmakta. Çin pusuda. Amerika bütün bu olanları arada bir gözdağı vererek ‘serinkanlılıkla’ izliyor uzakta… Libya’da iki cephe; ikisi de dünya emperyalizmine hayran, onlardan medet umuyor. Libya’nın gücünü, tarihsel birikimini ve o topraklar için dökülen kanı, kurulmuş idam sehpalarını, “hasarlanmış gözleri” hiçe sayarak, birbirilerine saydırıp duruyorlar!
Ne korkunç bir manzara! Libya’yı “İslam Baharı” ayağına kanlı bir iç savaşa bu emperyalistler taşımamış gibi ikiyüzlü açıklamalar, ara bulma kurnazlıkları filan…
Bu korkunç manzarayı Libya, yüzyılımızın başlarında da yaşadı. Osmanlı güçleri artık orayı savunamaz durumdaydı. Aynı emperyalist ülkeler, yine gözlerini Libya’ya çevirmişlerdi ve yine büyük bir kargaşanın ortasındaydı Libya halkı…
Eylül 1908’de 27 yaşında genç bir subayken Mustafa Kemal, İttihat ve Terakki tarafından, o dönemler Osmanlı toprağı olan Libya’ya gönderildi. Gittiğinin ilk haftalarında öylesine değerli işler yaptı ki, Fransız Konsolosu A. Alrick, Fransız Dışişleri Bakanlığı’na 3 Ekim 1908’de şu raporu yollayacaktı: “Selanik İttihat Terakki Komitesi üyesi olan bir Türk subayı, birkaç günden beri bu civarda olup bitenler ve kişiler hakkında soruşturma yapmaktadır. Kendisinin, birçok yüksek memur ve eşrafı anayasaya ve ilkelerine sadakat yemini yapmaya davet ettiği, hürriyet ilkesi konusunda dindaşlarının menfi davranışıyla veya hiç değilse bazı tereddütleriyle karşılaştığı söylenmektedir.”
Britanya’nın Trablusgarp Konsolosu Alvarez‘in raporu ise şöyleydi: “Beş gün kadar önce Tripoli’de geniş bir dinleyici topluluğu karşısında partisinin ilke ve amaçlarını anlattı. Düşüncelerini etkili ve akıcı üslupla dile getiren bir konuşmacı. Geçen gün bana uğramıştı. Çok sakin ve az konuşan bir ruh hali içindeydi. Bende, daha sonra doğrulanacağına inandığım, enerjik ve kararlı mizaç sahibi bir kişi izlenimi bıraktı.”
Ardından Libya savunması için ilk taarruza karar verilir. Oradaki komutanlardan biri olan Fuat Bulca bu olayı Cemal Kutay’a şöyle aktaracaktı sonradan: “Mustafa Kemal, bir taarruza karar verdi. (...) Her şeyi hazırladık. Hedefimiz Kasr-ı Harun idi. Burası, zannederim Kartacalıların zamanından kalan bir harabelikti, civara hâkimdi ve onu elinde bulunduran tarafın, karşı tarafın ateşlerine karşı bir müdafaa hattı kurması mümkün olacaktı. Cidden çok kıymetli bir kurmay olan Mustafa Kemal, burasını ele geçirmek için günlerce dikkatli bir plan hazırladı. (...) Yanındaki az sayıda arkadaşlarıyla süvari hücumuna kalkıştı. Kendisini zaptedemedim. Nitekim kısa bir zaman sonra, ben artçı kuvvetlerle kalmıştım; o, Kasr-ı Harun’un ilk basamakları önüne erişmişti. Burada boğaz boğaza bir boğuşmadır başladı. Harabenin duvarlarının arkasında geçen bu mücadelenin safhalarını göremiyordum. (…)“Mustafa Kemal’in yanına vardığımda onun yüzünü tanınmaz bir halde buldum. Bir elinde kılıcı vardı, diğer elinde mendili sağ gözünü kapatıyordu. Yaralandığını zannettim. Hayır, yaralı değildi. Fakat harabeler arasında yıkılan bir sütundan fırlayan kireçli bir taş parçası şiddetle gözüne çarpmıştı. Sönmüş kireç olmasına rağmen, bir kısmı göze nüfuz etmişti.”*İşte o‘gözündeki hasar’ emperyalizme karşı Libya’yı savunurken armağan edilmişti O’na! Fakat bu cansiperane saldırı ve savunma Libya’nın emperyalistlerce parçalanmasına yetmemiş ve Libya 27 Eylül 1911’de İtalya tarafından işgal edilmişti…
Libya yine sahipsiz değildi. Ortaya 1860 doğumlu bir direnişçi çıktı; adı Ömer Muhtar’dı! Onun için“Gecenin Hâkimi” yahut “Çöl Aslanı” diyorlardı. Tam 30 yıl sömürgecilere karşı savaştı. Önce Libya’nın güneyini işgal etmek isteyen Fransızlara ve 1911’den sonra da İtalyanlara karşı…
İtalya askeri yetkililerinin hesabı, işgalin 15 günde tamamlanacağı yönündeydi. Fakat evdeki hesap çarşıya uymadı. İtalyanların üstün silah ve insan gücüne karşı direnişçiler, inatçı bir direnç sergilediler. Çatışmaların dozu gün geçtikçe arttı. Bir avuç insan olmalarına karşın, sanki hiç ölme riski yokmuş gibi gece gündüz yaşlı-genç demeden, birlik içinde savaştılar. “…Zafer veya şehadete ermeden bu dağları terk etmeyeceğim ve İtalyanlara karşı devam eden bu savaşı asla durdurmayacağım” diyordu direnişin önderi Ömer Muhtar. Ve bu mücadele gücü, işgalci İtalyanları ağır kayba uğratıyordu. Ne yeni savaş stratejileri ne de tecrübeli ve acımasız İtalyan komutanları bir avuç yiğit karşısında kazanabildi. Ta ki 11 Eylül 1931’e kadar, o gün bir çarpışmada yaralandı ve yakalandı! Ve 15 Eylül 1931’de uydurma bir mahkemenin kararı ve İtalyan işbirlikçisi din adamlarının fetvalarıyla idam sehpasına çıktı. Özgürlüğü için her şeyi göze aldığı dağlarına ve ardından Libya göğüne son kez baktı ve altındaki sehpaya tekmeyi vurdu...
Bütün ulusların tarihi, onlara kim olduklarını ve neler yapabileceklerini hatırlatır durur aslında; kimileri anlar bunu, kimileri hâlâ emperyalistler yahut kendi dünyalığını yapmakla meşgul ‘din tüccarlarında’ ararlar kurtuluşu… Oysa kurtuluş, geçmişte yaşananları doğru anlamakta ve kardeşlik bilincindedir. Gözü dönmüş olanlar ile dinbazlar, bunu asla kavrayamazlar!
18 Ocak 2020, İzmir
*Trablusgarp’ta Bir Avuç Kahraman”, Cemal Kutay, Posta Kutusu Yayınları, İstanbul 1978.
YORUM YAZ
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.