Burak Cop | Türk ulusunu Araplaştırma projesi
Burak Cop | Türk ulusunu Araplaştırma projesi Amerikalı ünlü siyaset bilimci Samuel P. Huntington 1996’da yayınlanan kötü şöhretli kitabı ‘Uygarlıklar Çatışması: Dünya Düzeninin Yeniden-İnşası’nda dünyayı şu dokuz uygarlık kümesi arasında paylaştırır: Batı,...
Amerikalı ünlü siyaset bilimci Samuel P. Huntington 1996’da yayınlanan kötü şöhretli kitabı ‘Uygarlıklar Çatışması: Dünya Düzeninin Yeniden-İnşası’nda dünyayı şu dokuz uygarlık kümesi arasında paylaştırır: Batı, Latin Amerika, Afrika, İslami, Çini (“Sinic”), Hindu, Ortodoks, Budist ve Japon. Huntington’a göre dört ülke ise, son tahlilde bu kümelerden birinde yer almakla beraber yırtık/kopuk (“torn”) ülke statüsündedir: Türkiye, Rusya, Meksika ve Avustralya.
Yırtık ülkeler, yönetici elitleri tarafından içinde bulunduğu uygarlık kümesinden çıkarılıp başka bir kümeye dahil edilmek istenen ülkelerdir. Türkiye, Rusya ve Meksika sırasıyla İslami, Ortodoks ve Latin Amerika kümelerinden kopup Batı’ya katılmak isterlerken Avustralya’yı 1990’larda yönetenler ise ülkelerini Batı kümesinden ayırıp Asyalılaştırmak istemiştir. Huntington’a göre yırtık ülkeler kimlik bunalımlarını aşamamış, başarısız olmuş vakalardır.
ABD’li düşünür yırtık bir ülkenin yeni uygarlığa dahil olabilmesi için şu üç şartın yerine gelmesini beklemektedir: Ülkenin siyasal ve ekonomik elitlerinin bu değişim konusunda kararlı olması, halkın da değişimi benimsemesi ve dahil olunmak istenen uygarlığın başat üyelerinin yeni üyeyi aileye kabul etmesi. Huntington’a göre Türkiye özelinde bu üç koşuldan ilk ikisi yerine gelmiştir. Son koşul ise, yani Batı uygarlığının elitlerinin Türkiye’yi benimsemesi gerçekleşmemiştir. Yazara göre bunun en somut ifadesi Türkiye’nin AB’ye kabul edilmemesidir. Huntington, Demirel’in ve Çiller’in Türkiye’yi Doğu ile Batı arasında köprüye benzeten demeçlerini aktardıktan sonra “Halbuki köprü iki yekpare varlığı birbirine bağlayan yapay bir yaratıdır ve ikisinin de parçası değildir” deyip ekler: “Türkiye’nin liderleri, köprü diye adlandırarak, ülkelerinin yırtık olduğunu zımnen kabul ediyorlar.”
Huntington’ın Türkiye için uygun gördüğü çözüm, “kümesine” dönmesiydi. Kitabında Atatürk döneminden 1990’lara Türkiye’nin modernleşme/Batılılaşma serüvenine beş sayfadan fazla yer ayıran yazar, söz konusu yönelimi günün sonunda başarısız olarak nitelemektedir. Ömrü vefa etse ve bugünkü Türkiye’yi görse muhtemelen “Tamam, şimdi yerinizi buldunuz” derdi.
Bugünün Türkiye’si, 2002 Türkiye’sine göre her açıdan çok daha Ortadoğulu bir ülkedir. Ülkenin demografisini değiştiren Suriyeli nüfusuyla, Arap sermayesinin Trabzon’dan Kanal İstanbul’a kadar uzanan geniş bir bölgedeki kolonizasyon stratejisiyle, İstanbul’un Taksim ya da Büyükada gibi yerlerinden Sakarya’nın Sapanca ilçesine kadar Arap turist akınının yol açtığı kalıcı mekânsal hatta kültürel değişimlerle, AB üyelik sürecinin çöküşünün de etkisiyle Ortadoğu’nun Türk dış politikasının ana odağı haline gelmesi sonucu Türkiye’nin diplomatik, askeri, ekonomik kaynaklarının çoğunu Arap ülkelerinin birbirleriyle mücadelesinde aktif rol almaya hasretmesiyle; Türkiye artık “her şeyden evvel” bir Ortadoğu ülkesidir.
2005 yılında Tayyip Erdoğan ve dönemin İspanya Başbakanı Zapatero tarafından başlatılan “Medeniyetler İttifakı” girişimi de -ki bu sonradan bir BM girişimi halini almış ve BM çatısı altında, üye sayısı 146’ya kadar yükselen bir Medeniyetler İttifakı Dostlar Grubu kurulmuştur- Huntington’ın dünyaya bakışını tersinden teyit eden bir hamleydi. Türk Dışişleri Bakanlığı’nın resmi ifadesiyle “Müslüman ülkeler ile Batılı toplumlar arasında görülen karşılıklı şüphe, korku ve kutuplaşma ortamı”na karşı kurulan bu ittifakta İspanya “Batı”, Türkiye ise “İslam” uygarlıklarını temsilen başı çekmişlerdi. Huntington’ın paradigması olduğu gibi kabul edilirken, tek fark, dünyaya verilen “çatışmayalım ittifak edelim” mesajıydı. Bu mesaj AKP iktidarının, 11 Eylül sonrası ABD’nin İslam dünyasındaki Amerikan karşıtı radikalizme karşı panzehir olarak gördüğü “Ilımlı İslam”ın liderliğini oynama iştahıyla da son derece uyumluydu.
Bu yazı, Türkiye’nin tastamam Ortadoğululaşmasını tanımlamak için şu kavramı önermektedir: ‘Türk ulusunu Araplaştırma projesi’. Türk ulusunun Araplaştırılma süreci dört başlık altında incelenebilir: Soğuk Savaş Türkiye’sinde ABD’nin desteği, Suudi Arabistan’ın da sermayesi ve doktrinasyonu aracılığıyla sola karşı Türk İslamcılığının İhvan-ı Müslimin (Müslüman Kardeşler) çizgisine çekilmesi. Bu ilk faktör, yani tarihsel miras Araplaşma üzerinde dolaylı bir rol oynadı. Şu üçü ise doğrudan rol oynuyor: 4 milyon civarındaki Suriyeli sığınmacının varlığı; Karadeniz’de ve Kanal İstanbul arazisinde toprak ve gayrimenkul alımı, parayla vatandaşlık elde etme, Körfez ülkelerinden turist akınının yol açtığı dönüşüm ve hem bunlarla ilişkili hem de bunları aşan bir olgu olarak Türkiye’de Katar nüfuzunun artması gibi boyutlarıyla Arap kolonizasyonu; kimi ilahiyatçılar ve tarikat/cemaat şeyhlerinin Arap dili ve kültürünü doğrudan yüceltmesiyle ifadesini bulan iradî Arabizasyon.
“Türk ulusu” ve “Araplaşma” üzerine iki açıklama
Ülkemizde ana dilleri Türkçe olmayan Müslüman topluluklar 20. Yüzyıl boyunca kısmen gönüllü olarak kısmen de “hayatın doğal akışı” sonucu Türkleştiler. Kürtler ise önemli ölçüde bu duruma istisna teşkil etti. Osmanlı döneminden devralınan Kürt meselesi Cumhuriyet tarihimiz boyunca ağırlaşarak devam etti. Gerçekçi olmak gerekirse günümüzde milyonlarca Kürt yurttaşımız kendilerini Türk ulusu ya da milletinin parçası olarak tanımlamamayı tercih ediyor. Lakin çok büyük bir kısmının ayrılıkçı bir tasavvuru da bulunmuyor ve geleceklerini Türkiye’de görüyorlar, görmek istiyorlar.
Türkiye’nin batısında yaşayan milyonlarca Kürdün topluma entegre olduğunu ve bu insanların azımsanmayacak bir kısmının -durumlarını böyle adlandırsalar da adlandırmasalar da- Türk kimliğine asimile olduklarını objektif bir tespit olarak dile getirmek mümkün. Öte yandan söz konusu entegrasyonun batı illerindeki tüm Kürtler için söz konusu olmadığını, metropollerdeki Kürt nüfusun bir kısmının gettolaşmış olduğunu; ayrımcılık, dışlanma ve hatta etnik gerilim gibi sorunların sürdüğünü de tespit etmek gerekiyor. Yine de batıdaki Kürtlerin çoğu günlük hayatta Kürtçeyi kullanmamaları, bir kısmının bu dili hiç bilmemesi, karma evlilikler, eğitim yoluyla dikey sınıfsal hareketlilik ve işgücüne katılım gibi faktörlerle topluma tartışmasız biçimde entegre olmuş durumda. Bu insanların bir kısmı -özellikle de birkaç kuşak önce göç eden aileler- ise asimile olma eğiliminde.
Kürtlerin çoğunlukta olduğu doğu-güneydoğu illerinde hiçbir şekilde asimilasyondan bahsetmek mümkün değil, hatta Türkiye toplumunun geri kalanına entegrasyon ve ulusal kimliğe aidiyet gibi göstergelerde ciddi sorunlar var. Ancak ne olursa olsun bu bölgeler de ulusal pazara tamamen entegre olmuş, coğrafi açıdan izole ya da idari açıdan özerk hiçbir karakteristiği bulunmayan, merkezi idarenin (devlet otoritesinin) güçlü olduğu (ki bu güçlülük yer yer halkın seçtiği belediye başkanlarını görevden alıp bu belediyelere el koyma gibi anti-demokratik uygulamalardan da ileri gelmektedir) ve Türkçe bilmeyen yurttaşların sayısının geçmişe göre azaldığı yerlerdir.
Tüm bu sebeplerden ötürü, başlıktaki “Türk ulusu” ifadesini Türkiye nüfusunun yüzde 15 ila 20 arasında bir oranını teşkil eden Kürt yurttaşları da kapsayacak şekilde kullanıyorum (buna gelecek itiraz, çekince ve dipnotları da peşinen kabul ederek).
Araplaştırma kavramını ise Türkiye’nin etnik Arap yurttaşlarının dil ve kültürleriyle tamamen ilgisiz bir bağlamda kullanıyorum. Siirt, Mardin, Urfa, Hatay, Adana ve Mersin gibi illerde yaşayan ve kendi aralarında da önemli kimliksel farklılıklar bulunan Arap yurttaşlarımız Türkiye toplumuna mükemmelen entegre olmuş, Cumhuriyet tarihi boyunca kendilerini devletle ya da toplumun geri kalanıyla karşı karşıya getiren ciddi bir siyasi yahut kimliksel bunalım yaşamamış insanlardır. Çoğu Sünni,bir bölümü Alevi, küçük bir kısmı da Hristiyan olan Arap yurttaşlar siyasi görüş itibariyle de sağdan sola geniş bir skalaya dağılmış olup Türkiye’deki bütün siyasi partilere oy verebilmektedir. Kürt nüfusun çoğunlukta olduğu yerlerde Türk milliyetçiliğini benimseyenlerden, Atatürk’e ve Cumhuriyet’e sıkı sıkıya bağlı, CHP tandanslı Arap Alevilerine kadar geniş bir siyasi tutum yelpazesi oluşturan bu yurttaşların kendi aralarında önemli kültürel, hatta dilsel farklılıklar mevcuttur.
Bu farklılıkların çarpıcı bir ifadesi olarak 10 yıl önce TRT’nin Arapça yayın yapan bir kanal açması üzerine Siirtli gazeteci Cumhur Kılıççıoğlu’nun Bianet’e verdiği demeci görebiliriz: “TRT'de konuşulan dil evrensel Arapça dilidir. Benim Siirt Arapçası diye nitelediğim dille bir ilgisi yok. Türkiye'de konuşulan Arapça farklı lehçeleri içeriyor. Örneğin TRT'nin Arapçasıyla, Antakya'da, Şanlıurfa'da, Mardin'de, Siirt'te konuşulan Arapçanın anlaşılmayacak ölçüde farklılıkları var.” Hasılı kelam, bu yazıda kullanılan Araplaştırma kavramının Anadolu ve Kuzey Mezopotamya’nın kadim Arap kültürü (daha doğrusu kültürleri) ile hiçbir ilgisi olmayıp Körfez ülkelerinin Arap kimliğine atıfta bulunmaktadır.
Tarihsel miras
AKP’nin, Türkiye şubesini teşkil ettiği transnasyonal Müslüman Kardeşler (İhvan) hareketi günümüzde kavgalı olduğu Suudi Arabistan’la Soğuk Savaş’ın sonlarına kadar çok yakındı. Ortadoğu’da Nasırcılık ve Baasçılık gibi ulusalcı / sol eğilimli akımlara karşı Batı emperyalizminin çıkarlarını korumak üzere, İhvancı din yorumu ve ideoloji, Suudilerin muazzam lojistik gücüyle Ortadoğu’da hâkim kılınmak istendi. Behlül Özkan’ın ifadesiyle (4 Eylül 2016, BirGün) “ABD Soğuk Savaş şartlarında Mısır, Suriye, Irak, Afganistan gibi Sovyet blokuna yakın duran ülkelerin geniş toplumsal kesimlerine ulaşabilmek için, Suudi ittifakına sarıldı. (…) Medreseler, cemaatler, din adamları; ABD ve Suudilere İslam dünyasının kılcal damarlarına kadar girme olanağı sunuyordu”. Bu endoktrinasyondan özellikle 1960’lı yıllarda Türkiye de nasibini aldı. 60’larda yetiştirilen kadrolar daha sonra ANAP ve bilhassa AKP dönemlerinde Türkiye siyasetine hâkim oldular.
Behlül Özkan’ın, devrimci Ant dergisinin Mart 1968’de Müslüman Kardeşler’in Türkiye örgütlenmesini deşifre eden bir istihbarat raporunu “Türkiye’de irtica hareketini kimler idare ediyor?” başlığıyla yayınlamasından 48 yıl sonra konuyla ilgili kaleme aldığı yazıdaki bilgilerle devam edelim (21 Ağustos 2016, BirGün): 1977’de MSP’den milletvekili yapılan, 12 Eylül sonrasında ise Özal’ın başbakan olur olmaz Suudi sermayesinin faizsiz bankacılık yoluyla Türkiye’ye girişine izin veren bir kararname çıkartmasıyla kurulan Faisal Finans’ın başındaki isim olan Salih Özcan “Türkiye’de İslamcılığın Suudi yörüngesine girmesinde Kral Faysal adına çalıştı. Özcan Suudi sermayesinin desteğiyle Müslüman Kardeşler’in ideologları Hasan el Benna, Seyyid Kutub, Mevdudi’nin eserlerini Türkçeye çevirerek yayımladı. Bu ithal kitaplar Elmalılı, Babanzade, Çantay gibi Osmanlı ilim insanlarının klasiklerinin yerini alıyordu. Kısaca Suudi sermayesiyle Müslüman Kardeşler’in çeviri kitapları Salih Özcan tarafından İslamcıların başucuna kondu.”
Özkan yazısında ayrıca S. Arabistan gezisinin ardından bu ülkenin propagandasını yapan Mehmet Şevket Eygi’ye, Suudi Kralı’ndan bağışlar alan İlim Yayma Cemiyeti’ne ve bu cemiyetle bağlantılı İslam Enstitüleri’nin, 1967 Yazı boyunca Türkiye’de kalan, İhvan’ın önde gelen ideologlarından Yusuf Kardavi’nin söyleşisine ev sahipliği yaptığına dikkat çekiyor (Kardavi yıllar sonra, Nisan 2016’da Türkiye’ye tekrar geldiğinde “Erdoğan Müslümanların ve İslam’ın umududur” diyecekti.).
Soğuk Savaş Türkiye’sinde sola karşı mücadelenin önemli bir bileşeni de bir toplum mühendisliği projesi olarak imam hatip okullarının yaygınlaştırılmasıydı. Bunun konumuz, yani Araplaştırma projesi bakımından anlamını ilahiyatçı Cemil Kılıç şöyle izah etmektedir: “İmam Hatip okullarının müfredatında yer alan dersler Araplaşmanın duygusal ve ideolojik altyapısını oluşturmaktadır. Özellikle Kur’an, Arapça, Siyer, Tefsir, Fıkıh ve Hadis derslerinde yoğun bir Arapçılık egemendir. Bu derslerin içeriği yüzlerce Arapça tabirle doludur. Bu tabirlerin neredeyse hiçbirinin Türkçe karşılığı kitaplarda yer almamaktadır. Bu durum, öğrencilerin zihninde Arap dilinin ve kültürünün Türk dili ve kültürü karşısında çok güçlü olduğu duygu ve düşüncesinin oluşmasına sebep olmaktadır. Üstelik kitaplara egemen olan dil de (…) ağır bir kompleks içermektedir”.
AKP iktidara geldiğinde 450 olan imam-hatip sayısı 2016’da 1149’a, 15 Temmuz’daki başarısız darbe girişiminden sonra ise baş döndürücü bir hızla 1623’e yükseldi.
Suriyeli sığınmacılar
BM Mülteciler Yüksek Komiserliği’nin Ağustos 2018 rakamlarına göre Türkiye’de 3,5 milyondan fazla Suriyeli, 150 bin civarında Iraklı sığınmacı bulunuyor. Aradan geçen zamanda, her ne kadar ülkesine dönmüş Suriyelilerin bugüne kadarki toplamı 400 bin gibi bir sayıya ulaşsa da, Türkiye ortalamasını fevkalade aşan çocuk doğum hızlarını (günde ortalama 465 Suriyeli bebek doğuyor ve 15-19 yaş arası Suriyeli kadınların beşte ikisi ya hamile ya da doğum yapmış) hesaba katarak sayılarının 4 milyon civarında olduğunu tahmin edebiliriz.
Türkiye’nin, Suriyelilerin Türk toplumuna zamanla modern değerleri benimseyerek entegre olmalarını sağlayacak laik bir hükümet yerine (gerçekçi olmak gerekirse çoğu burada kalacak) mevcut İslamcı hükümet tarafından yönetilmesi, Araplaşmanın önemli bir boyutunu teşkil ediyor. Bu konuda mızrağın sivri ucu ise Türk vatandaşlığı verilen Suriyelilerdir. Tayyip Erdoğan geçen Aralık ayında bu sayının 110 bin olduğunu açıkladı. Erdoğan zamanla daha da fazla Suriyelinin vatandaşlığa alınacağını belirtti, bu konuda kendi tabanını ikna etmek için de bu insanların vasıflı işgücü teşkil ettiklerini öne sürdü ve CHP’nin bu işe karşı çıktığını söyledi:
“(…) bu insanlar benim ülkemde kaçak göçek yaşamasın. Vatandaşlığını aldığı zaman herhangi bir kuruluşta rahatlıkla işini bulsun orada çalışsın. Tabii buna Bay Kemal rahatsız olur. Çünkü o Suriyelileri Suriye’ye göndereceğiz diyor. (…) Vatandaşlık hakkını aldıkları andan itibaren, bunların içinde mühendisler, mimarlar, doktorlar var. Bunların içinde hukukçular var. Bu noktada kabiliyeti olan insanları niye bombalara teslim edelim”. (En son Kanal İstanbul örneğinde tanık olduğumuz üzere AKP’liler kendi tabanlarını bir şeye ikna etmenin en ucuz yolu olarak, CHP’nin o şeye karşı çıktığını vurgulamayı görüyorlar.)
Arapkolonizasyonu
Körfez (bilhassa Katar) Araplarının Türkiye’deki nüfuz, yatırım ve faaliyetleri, Araplaştırma projesinde, Suriyelilerin mevcudiyetinden bile daha kritik bir rol oynamaya adaydır.
Kolonizasyonun en basit veçhesi olan kitlesel turizmden kaynaklı mekânsal dönüşümle başlayalım. İstanbul’un özellikle kimi muhitlerinde ve Sapanca’dan, Mudurnu’dan Doğu Karadeniz’in yaylalarına kadar uzanan bir coğrafyada kalıcı değişimler gerçekleşmeye başladı. Kalabalık aileler ve kafilelerle buralara gelen—çoğu zengin—Arap turistler, mekanların onlara hitap eder biçimde dönüşmesini talep etmektedir (Halbuki başka pek çok ülkeden gelen turist kitleleri, o mekanları mevcut halleriyle çekici bulmakta ve “kendilerine benzetmek” istememektedir). Tabii Arap turistlerin kendi yeme-içme, dinlenme, eğlenme, gezme alışkanlıkları doğrultusunda gerçekleşen mekânsal değişimin başlıca sorumlusu bu turistler değil, sınıfsal karakteri gereği kısa vadeli çıkarından başka bir şeyi düşünmesi zor olan esnafın fırsatçı tutumudur. Yerel yönetimlerin de bugüne dek Arap turist istilasına uğrayan kent ve kasabaların otantik mimari/kültürel dokusunu korumak için gerekli önlemleri kasten almadıkları aşikardır.
250 bin dolarlık gayrimenkul satın alan herkese Türk vatandaşlığı verilmesi uygulaması da en çok Araplardan rağbet görüyor. Arap ülkelerinde yayınlanan TV reklamlarında Türk vatandaşlığının pazarlanması geçen ay Türkiye’de tepkilere yol açtı. Gazeteci Çağlar Cilara’ya konuşan Avukat Ali Çitil ise 250 bin dolar ödeyenin kendisiyle beraber tüm eşlerini ve 18 yaşın altındaki çocuklarını da vatandaşlığa geçirebildiğini öne sürüyor. Bu hesaba göre, dört karısı olan ve her birinden de dörder çocuğu olan bir Arap zengini kişi başı yaklaşık 12 bin dolara tüm ailesini Türk vatandaşı yapabilmektedir.
Kanal İstanbul bölgesi ve Karadeniz, Körfez Araplarının ekonomik nüfuz tesis etme ve kademeli kolonizasyon açısından etkili oldukları yerler.
2016 yılında Erdoğan ve Katar Emiri Hamad helikopterle Rize ve Trabzon’un tabiatını havadan incelediler. Hamad, Erdoğan’ın ifadesiyle “Kar dolu dağları dolaşırken (…) hayran kaldı. ‘Niye burada kayak tesisleri yapmıyorsunuz’ diye de sordu”. Erdoğan sözlerinin devamında Hamad’ın bölgeye oteller yapmaya hazır oldukları müjdesini verdiğini de dile getirdi. Trabzon’a Körfez ülkelerinden 750 bin turistin geldiği 2016 yılı aynı zamanda Trabzonspor’un Katarlılar tarafından satın alınan QNB Finansbank ile 3 yıl için 7,5 milyon dolarlık sponsorluk anlaşması imzaladığı yıl oldu. O yılın sonunda Trabzonspor’un yeni stadının açılış şöleni gerçekleştirildi. Etkinlikte stada Atatürk, Cumhurbaşkanı Erdoğan, Başbakan Binali Yıldırım’ın yanı sıra Katar Emiri’nin de posteri asıldı. Ayrıca Katar ulusal marşı çalındı. Trabzon’un bilhassa doğa harikası yaylalarını hedef alacak Arap kolonizasyonuna toplumsal rıza üretmek için futbolun kullanılması ilk anda dünyaya dar bir pencereden bakan taraftarları heyecanlandırsa da, bu uyuşturucunun beklenen etkiyi gösterip göstermediği önümüzdeki yıllarda daha iyi anlaşılacaktır.
Kanal İstanbul ise Körfez zenginlerinin iştahını iyice kabartan bir proje. Gazeteci Çiğdem Toker, Kuveytli 2 kişi tarafından kurulan Shurak Al Ajdad, Suudi Al Muhaidib şirketler topluluğu ve Dubai merkezli Noora adlı firmaların Kanal İstanbul bölgesinde yer alan Arnavutköy’de toplam 300 bin metrekarenin üzerinde arazi satın aldıklarını yazdı. Bölgede Katar Emiri’nin annesinin de 44 dönümlük arazisi bulunuyor. Toker’in açıkladığı Kuveytli şirketin yanı sıra aynı ülkeden WaelAlnusef adlı bir iş adamının da 53 dönüm arazi aldığı CHP’li Özgür Özel tarafından açıklandı. CHP’li İBB Meclisi üyesi Nadir Ataman’ın “Neredeyse bir Arap kantonu kuruluyor” tespiti durumu özetliyor. Ataman’ın ifadesiyle; “Kanal İstanbul için ‘İstanbul’un kent nüfusunu oraya çekerek kent rahatlatılacak’ denirken, işin aslı Arap nüfusu kastediliyormuş. Kanal Araplar tarafından işgal altında”.
İradî Arabizasyon
İradeye dayalı, istençli Araplaşma ile kastımız “sokaktaki dindarda” sıklıkla rastlanan, Cemil Kılıç’ın “Dindar Türklerin önemli bir kesimi Arapçanın gerçekten kutsal bir dil olduğunu sanmaktadır” ifadesiyle betimlediği tutumun, siyasal İslamcı kimi kanaat önderleri tarafından daha da üst seviyeye taşınmasıdır.
Her şeyden evvel belirtelim ki Arapçanın diğer tüm dillerden farklı, üstün ve kutsal bir dil olduğu kanaatine sadece sokaktaki dindarda rastlanmıyor. “18 Aralık Dünya Arapça Günü” dolayısıyla Sivas Cumhuriyet Üniversitesi’nde düzenlenen etkinlikte İlahiyat Fakültesi Dekanı “Arapça kutsal bir dildir” deyip ekledi: “Arapça olmadan ibadetinizi yapamazsınız”. Aynı özel gün vesilesiyle Kırıkkale Üniversitesi’nde düzenlenen etkinlikte ise İstiklal Marşı Arapça okundu.
İki ay kadar önce Yalova’da Valilik, Milli Eğitim Bakanlığı ve Diyanet’in ortak protokolü ile anaokullarına yönelik başlatılan projede, henüz okuma yazma dahi bilmeyen çocuklara haftada en az 6 saat Arapça ve din eğitimi verilmesi kararlaştırıldı.
Arapların dilini yüceltmenin ötesine geçen, özellikle Körfez ülkelerinde kadınları erkeklerin kölesi pozisyonuna koyan örflerin de “kabul edilebilir” olduğuna dair açıklama ise Yalova Üniversitesi İlahiyat Fakültesi hocası Ebubekir Sifil’den geldi. Farklı şehirler arasında çok gezen bir adamın her şehirde bir karısı olmasına imkân veren misyar nikahından söz eden Sifil şöyle konuştu: “Bazen öyle olur ki Ankara’ya 3 ay, 5 ay uğrayamaz. Bu nikahı düşürmez. Meşru bir evlilik bu. (…) Adamın bir tane evi yok. İşi gereği çok geziyor. Arap ülkelerinden bazılarında bu yaygındır. Bunun müt’a ile hiçbir alakası yok”.
Genel bir değerlendirme
Yazıda ele alınan dört etmen; yani tarihsel miras, Suriyeli sığınmacılar, Arap kolonizasyonu ve iradî Arabizasyon arasında mekanik bir bağ yok. Fakat bunlar gene de Türk ulusunu Araplaştırma projesine karine sayılmalıdır. Çünkü aralarında mekanik bağ olmasa da güçlü bir ortak paydaları var. O da her birinin siyasal İslamcılığın yapısal özellikleri, politik tercihleri ya da yol açtığı sonuçlarla sıkı sıkıya bağlı olmasıdır.
Araplaşmanın olumsuzlanma nedeni bizatihi Arap kimliği ve kültürü değil. Hayatın olağan akışı içinde elbette toplumlar etkileşime girebilir, birbirlerinin sözcüklerini, şarkılarını, yemeklerini, kılık kıyafetlerini, adetlerini alabilirler. Ancak yazıda konu edilen Arabizasyon, Türkiye halkına tepeden dayatılan bir toplum mühendisliği projesidir. Bu proje başarıya ulaştığı ölçüde Türkiye’de sömürü, eşitsizlik, özgürlük düşmanlığı, adaletsizlik artacak ve kadınlar başta olmak üzere nüfusun büyük kısmı bu projenin kaybedeni olacak.
Erdoğan/AKP, iktidarın temeli zayıfladıkça toplum mühendisliği projelerine daha bir hırsla sarılıyor. Ancak topluma çaldıkları mayanın tutması gitgide zorlaşıyor. Bu yazı ilerici güçler enseyi karartsın diye değil uyanık olsun diye yazıldı. Yazıda imam-hatip sayısındaki akıl dışı artıştan söz ettik. İmam-hatiplerin sayısı son 3 yılda beşte iki oranında arttı. Fakat öğrenci sayısı azaldı. Halk, çocuklarını “dindar-kindar nesil” fantezilerine kurban etmek istemiyor. İmam-hatiplerin öğrenci sayısı 2017’de 634 bin iken 2018’de 514 bine, 2019’da 498 bine düştü.
Yazıda ele alınan konular Türkiye’de muhalefet tarafından, özellikle de Atatürkçü-cumhuriyetçi çevreler tarafından zaten eleştiriliyor. Öte yandan yazının amacı resmin bütününü göstermek, ana meselenin adını koymak ve bunu politikleştirmektir. İktidarın Türk ulusunu Araplaştırma projesi muhalefet tarafından yeterince politikleştirilebilirse, bu Cumhur İttifakı’nı dahi sarsabilecek potansiyele sahiptir. Özellikle de İyi Parti’nin MHP tabanından iri parçalar koparmasını sağlayabilir. Ancak bu yapılırken Suriyeli düşmanlığı yoluna sapılmamalıdır. Cihatçılar ve sempatizanları hariç, Türkiye’deki Suriyeliler de aslında siyasal İslamcıların kurbanıdır. Çetin koşullarda yaşamakta (yaklaşık her yüz çocuktan üçü 5 yaşına gelmeden ölüyor) ve ağır bir sömürüye maruz kalmaktadırlar (1 milyon Suriyeli kayıt-dışı çalışıyor ve bunların beşte biri çocuk).
CHP’nin üzerine düşen ise, geçen yılki uluslararası “Suriye’de Barışa Açılan Kapı” konferansının bir tür devamı niteliğinde daha geniş kapsamlı bir konferansta Ortadoğu’daki laiklik yanlısı siyasi aktörlerin temsilcilerini toplamaktır (adına da söz gelimi Ortadoğu Demokrasi Konferansı denebilir). Arabizasyon, yüzeydeki siyasal İslamcı ajandanın alt katmanındaki projedir. Dolayısıyla bu ajandayla daha etkin mücadele etmek için yapılması gereken, Ortadoğu’nun laiklik yanlısı güçlerini CHP’nin liderliği altında toplamaya çalışmaktır.
"Burak Cop | Türk ulusunu Araplaştırma projesi" haberi, 20 Ocak 2020 tarihinde yazılmıştır. ABC Kritik kategorisi altında bulunan Burak Cop | Türk ulusunu Araplaştırma projesi haberi 2020 yılına aittir. Bu haberin yanı sıra sayfamızda birçok güncel bilgi ve son dakika haberler yer almaktadır. Burak Cop | Türk ulusunu Araplaştırma projesi 2024 konusundaki bu haber içeriği objektif bakış açısının yansımasıdır. ABC Kritik konusunda 15 Kasım 2024 tarihlidir, bugüne ait güncel gelişmelerden haberdar olmak için bizi Twitter ve Facebook sayfalarımızdan takip edin.
YORUM YAZ
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.