Ali Haydar Nergis
Ali Haydar Nergis - Anılarımdaki İncemağara

Anılarımdaki İncemağara

Annem, İncemağaralıların kızıydı.

Incemağara, Binboğa eteklerinde irili ufaklı mağaraları da olan  bir dağ yamacında kurulmuş; Sarızaa bağlı, suları gürül gürül akan, yeşili bol, şirin bir köydür.

Annemin gelin geldiği yıllarda 30 haneli olan, şimdilerde ise haritadan silinmek üzere olan Adanaya bağlı Katarası köyümüz ise keçilerin bile otlamadığı susuz, kıraç bir köydü. Okulumuz yoktu. Suyumuz yoktu. 30 ev, bir tek kuyudan su içerdi. Temmuz, ağustos ayları geldi mi, kuyunun suyu iyice tükenir, dibine kurtçuklar, solucanlar cirit atardı; kovalarla alınan su, tülbentten geçirilmeden içilemezdi. O yüzden, çocukken karnımız hep solucan doluydu, benzimiz hep sarıydı.

Nuri Dayım, bizi kızdırmak için , Sizin köyün ortasında bir tek erik ağacı var, bütün köylüler, yazın o eriğin gölgesinde oturmak için birbiriyle kavga eder. derdi. Erik gölgesi yüzünden kavga edilip edilmediğini pek anımsamıyorum; ama, köyümüzde gerçekten de bir erik ağacıyla, bir kiraz ağacı vardı.

Bizim kıraç Katarasından, suları gürül gürül akan İncemağara köyüne gitmek, benim için çölden vahaya kavuşmak gibiydi.

Güz aylarında, buğdayımızı, bulgurluk kırmızı yazlığımızı Kemer ve Kuruderedeki su değirmenlerine götürüp öğütürdük. Değirmene gideceğimiz günlerde beni bir  heyecan, bir sevinç alırdı. Kağnılara yüklenen buğday çuvallarının en üzerine oturduktan sonra eli kulağa atıp  bir türkü tutturduğumda, dağların tüm kurdu, kuşu, kekliği, böceği beni dinlerdi:

Durma güzel durma doldur testini/ Kınalamış on parmağın üstünü/ İnsan unuturmu ay kız eski dostunu/ Salını salını indin pınara/ Kıaz senin elinden oldum avara..Türküyü dinleyen babam, Kimmiş oğlumun yüreğini yakan bu kız, hemen gidiğ isteyeyim dyierek keyiflenir, beni daha da coşturmaya çalışırdı. Değirmende buğday öğütme sırası bazan iki, üç günde gelirdi. O zaman, babam değirmende kalır, beni o köylerin çok yakınındaki İncemağaraya giderdim. Köye ulaştğımda ilk işim bahçedeki elma ağaçlarına tırmanmak olurdu. Köyümüzde, bir ekşi elmaya dahi muhtaçken, dedemin  bahçesindeki elmaları beğenmez, tatlısını, mayhoşunu seçmeye çalışırdım. Ağaçlara tırmanırken gömleğim, zaten yamalı olan pantolonum iyice yırtılır, otururken, çıplak dizlerimi ellerimle gizlemeye çalışırdım. Elmalardan sonra sıra domateslere, salatalıklara gelirdi. O açgözlü halimi gören dayılarımın çocukları, beni buğday harmanına dalmış öküze benzetip kızdırmaya çalışırlardı. Ancak, hiç umursamazdım onları: Göbeğinizi şişire şişire hep siz mi yiyeceksiniz? Benim de dedemin bahçesi değil mi? Bu bahçede benim annemin hakkı da var. Daha durun, paylaşım zamanı bu bahçelerin, sulu tarlaların yarısını da biz alacağız diyerek baskın çıkmaya çalışırdım.

Dedim ya, köyümüzde okul yoktu. Kapı kapı dolaşarak Akçal, İğdebel, Fatmakuyu köylerinden sonra, ilkokul dördüncü sınıfını da İncemağarada okudum.

Okul dönüşü, Veyve neneme, Şirin teyzeme bahçe işlerinde yardım ettikten sonra, evin büyük odasında yan yana serilmiş yataklarda uyurduk. Cafer dedem, çok kitap okuyan, yörede sevilen sayılan bir insandı. Gece gaz lambasının ışığında o kitap okur, ben de ders çalışırdım. Sessiz, içednnük bir çocuktum. Dedemlerin köyü de olsa orada yabancıydım. Acıksam, acıktığımı söyleyemez, elimi uzatıp tekneden bir ekmek almaya çekinirdim.Bir gece, Şirin teyzem, yorgunluktan benim yatağımı sermeyi unutup uyumuş, ben de söyleyememiştim yatağımın serılmediğini. Gece geç saatlerde kitap okumaktan yorulan dedem, lambayı söndürmek üzereyken fark etmişti yatağımın serilmediğini. Şirin teyzemi uyandırıp yatağımı serdirdikten sonra uyumuştum.

***

Öğretmenimiz Hüseyin Şimşek katı yürekli biriydi. Bizi çok döverdi. Elimizi açtırır, cetvelle vururdu. Sizi döve döve adam edeceğim der, avuçlarımızın içindeki sızı ve morluklar saatlerce geçmezdi. Dayımın oğlu Ramizle beni aynı anda tahtaya kaldırır, ikimize de sorular sorar;  bilemediğimizde birbirimize tokat attırırdı. Ramizle dışarıya çıktıktan sonra, birbirimizi tokatladığımız yetmiyormuş gibi, bir de  Sen bana daha fazla vurdun vurdun!  kavgaya tutuşur, sonra da küser, saatlerce, günlerce konuşmazdık birbirimizle.

O yıl, ağabeyimin de askerden izinli geldiği yıldı. Teneffüste koşup oynarken, ağabeyimin okul duvarının yanından geçerek dedemin evine doğru gittiğini gördüm. Hemen arkasından koşmaya başladım. Birden kulağımın arkasından gelen sert bir sesle olduğum yerde kaldım. Bağıran öğretmenimizdi; İzin almadan, kendi kafana göre nereye gidiyorsun böyle, geri dön çabuk! Beni azarlayıp sınıfa gönderdi. O gün ders bitinceye dek oturduğum sırada sessiz sessiz ağladım.

Matematiğim zayıftı. Formülleri ezberlemeye çalışırken, sıkıntıdan yüzüm, gözüm yara içinde kalmıştı. Sıra arkadaşım Süleyman Çiltaş matematik dersinde çok başarılıydı. Sürekli yardım etmesine karşın, matematiği bir türlü kavrayamıyordum. Süleyman arkadaşım, sonraki yıllarda iyi bir folklor araştırmacısı ve öğretmen oldu; daha sonra da bilinmeyen bir nedenle intihar etti.

Dedemlerin tuvaleti  evin dışındaydı. Bir kış sabahı erkenden ben tuvalete çıkarken, Süleyman dayımın büyük kızı kızı Müşide, dedemin evinin yanındaki pınardan su almaya gelmişti. Beni görünce:

Ulan Ali,sen bu saate kadar ne yapıyorsun evde? Ders zili çaldı, herkes sınıfa girdi, şimdi gittiğinde öğretmen seni döve döve öldürür! dedi. Geriye nasıl döndüm, nasıl giyindim,  çantamı kapıp okula nasıl koştum, anımsamıyorum. Gittiğimdei, okulun kapısı, bacası kapalıydı. Ortalıkta kimse yoktu. Öğretmenin eşi Dilber abla, kül atmak için dışarıya çıkmıştı, beni gördü:

Şaşırdın mı Ali, öğretmenin daha uyuyor,bu saate okulun bahçesinde ne arıyorsun? dedi. Anladım, şakacı Müşide ablanın beni kandırdığını. Geri eve de dönemedim. Öğretmen kalkıp sınıfın kapısını açıncaya dek okulun duvarı dibinde titreyip durdum.

Ders yılı sonunda, Hüseyin öğretmen , matematikten zayıf aldığım için beni sınıfta bırakacağını söylüyordu. Yabancı bir köyden gelip, bir ders yılını tamamladıktan sonra  sınıfta kalmak benim için ölümdü.

Nenemin, Nuri dayımın öğretmene dil dökmeleri bir işe yaramadı. Hüseyin Şimşek beni sınıfta bırakmaya kararlıydı. Bir gün okulun bahçesinde kara kara düşünerek dolaşırken, öğretmenin eşi Dilber abla bahçede yorganları havalandırıyordu. Tutunacak bir dal arıyordum. Gözlerim dolu dolu yanına gittim, Abla, öğretmenim beni sınıfta bırakacak. Bu durumda köyüme döndüğümde anamın, babamın yüzüne bakamam diyerek başladım ağlamaya!.

Dilber abla, üzüldü, bir çare bulmaya çalışıyordu. İlgilendiğini görünce, sesisimi daha da yükselttim, höyküre, höyküre ağladım.

Oradan buradan konuşurken, Sizin köyün yiyecek neyi meşhurdur! diye sordu.

İnsanın boğazında tıkanıp kalan yaban armudu meşhurdur abla diyemedim.

Çok güzel nohudumuz olur abla. O çevrede en iyi nohut bizim köyde yetişir. Her bir tanesi nah şöyle parmağım büyüklüğünde!

Nohut ilgisini çekmedi;.

Başka? diye sordu.

Çok güzel tarhanalık beyaz  buğdayımız olur abla. Ayrıca, en iyi bulgurluk kırmızı buğday da bizim topraklarda yetişir.

Onlar da bir işe yaramadı. Ben, bu fırsatı değerlendirmeye çalışıyordum:

Anam çok güzel tereyağı toplar, çok güzel çökelek basar keçi derisinde torbalara..

İlgilenir göründü.

Atışa devam etim:

Dağda yüz tane arı kovanımz var,abla! En birinci  kovan balını babam toplar!

 Ne arısı, ne balı!… Keçilerin bile otlamadığı kayalık, kıraç topraklarda arı ne gezerdi.

Sonunda Dilber ablayla anlaştık. Hüseyin öğretmenime söyleyecek; ben sınıfı geçecektim. Sonra da köyden bir eşek yükü dolusu tarhanalık buğdayı, çökeleği, yağı, balı, bulguru, nohudu yükleyip gelecektim.

O yıl sınıfı geçtikten sonra verdiğim sözleri unuttum. Ertesi yıl ilkokul son sınıfa, Akçal Köyünde, Elif halamın yanında devam ettim. Hüseyin Şimşek başka bir köye atanıncaya dek İncemağara Köyünün yakınlarından bile geçmedim.

***

Ankaradaki öğrencilik yıllarım da ağabeyimin yanında geçti. Her yaz okullar tatil olduğunda köyüme giderken  önce yolumun üzerindeki İncemağaraya uğrar, orada bir kaç gün kalırdım.

Ankarada, Güneş gazetesinde çalıştığım yıllardı.

Dede tarafından akrabamız, Ağce Teyze, Ankarada evli olan kızı Dürüyenin yanına gelmişti. Duydum, ziyaretine gittim. Bir tatil günümde, akşama dek yanında oturdum. Vedalaşıp ayrılacağım sırada Ağce Teyze, ellerimi tuttu:

Oğlum Ali, 3 aydır buralarda kaldım, kimse beni köye götürmüyor. O taraflara yolun düştüğünde ne olursun beni de götür! dedi.

Ne demek Ağce teyze, başım gözüm üstüne. Söz, gideceğim zaman seni de alır,götürürüm. 

Aradan birkaç kaç ay daha geçti. Ben, Ağce teyzeyi de, verdiğim sözü de unuttum. İşim çıktı, karlı, tipili bir kış günü bindim otobüse, sabahın beşinde İncemağarada indim. Yolun üzerindeki Zeki Dayımın kapısını çaldım. Kapıyı Faka(Fahriye) teyze açtı. Hasta ve yaşlı haliyle o satte çay kaynattı, kahvaltı hazırladı.

Oradan, buradan konuşurkenn:

Dün akşam da Ankaradan Ağceyi getirdiler dedi.

Ağce sözünü duyar duymaz, yerimden zıpladım, verdiğim sözü anımsadım. Suçumu bastırmak için:

O deli kadın beni neden beklememiş. Sözleşmiştik, beraber gelecektik!dedim.

Bunları söylediğimde, Faka teyze tuhaf tuhaf yüzüme bakmaya başladı.

Gelirken, Tuzluçayırda, Düriyenin evine uğradım Ağce teyzeyi getirmek için. Dürüyem  beni görürü görmez, Aman Ali, anam daha yeni otobüs garajına gitti. Koş, otobüs garajında yakalarsın belki dedi.

Faka teyzenin yüzünde alaylı bir gülümseme belirdi.

Ben, daha da telaşlandım:

Garajda Elbistanlıların yazıhanesine koştum, Öyle yaşlı bir teyze, az önceki otobüse binip gitti. dediler. O deli kadın beni neden beklememiş, bugün karşılaştığımda sorarım ben ona!

Dayanamadı, sonunda patladı Faka teyze:

Ulan itin dölü, Ağce, Ankarada, kızının evinde ölmüş! Dün akşam  cenazesini getirdiler köye! Sen nasıl  beraber gelecektin Ağce ile?

Yüzüm kıpkırmızı oldu, ter bastı her yanımı, başımı önüme eğdim, söyleyecek söz bulamadım...

***

Çok uzun yıllar sonra, Sarız çarşısında dolaşırken  Hüseyin Şimşek öğretmenimle yeniden karşılaştım. Kendimi tanıttım, elini öptüm.

Emekliye ayrıldıktan sonra iyice yaşlanmış, kamburlaşmış, bedeni ağrı, sızı içinde güçlükle yürüyordu.

İçimdeki yürek sızısını unutamamıştım:

Anımsıyor  musun öğretmenim, sizi döve döve adam edeceğim derdiniz hep!

Acı acı gülümsedi:

İyi, bak, yediğin sopalar işle yaramış, ne güzel adam olmuşsun işte!

Sonra, boşluğa doğru elini salladı:

Amaaan! O günler de, öyle günlerdi işte! Kusura bakma yeğen! dedi.

Cebinde tostop olmuş mendilini çıkardı, sulanan gözlerini sildikten sonra cebinden buruşmuş bir 5 lira çıkarıp uzattı:

Acıktım, şuradan bana yarım ekmekle helva al, yeğen! dedi.

Cebine koy paranı! dedim.

Ekmekle helvayı aldım, birlikte bir çayevine oturduk. İki çay söyledim ikimize.

Çayı beklerken ellerimi avuçlarının içine aldı, uzun süre bırakmadı.

Elleri kupkuru, buz gibiydi…

Toplam 1833 defa okunmuştur.

Ali Haydar Nergis diğer yazıları:

YORUM YAZ

UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.