Ali Haydar Nergis
Ali Haydar Nergis - Bedir Abi!

Bedir Abi!

Gerçekçiliğimin yanında duygusal yanımın zaman zaman ağır basmasına karşın, zor ağlayan biriyim. Koronavirüsü nedeniyle sokağa çıkmanın yasaklandığı Pazar günü, Bedir Ağabeyin ölüm haberini aldığımda çok ağladım! (Bu yazıyı da ağlayarak yazdım.)

Bedri Güneşer... Adı Bedri olmasına karşın, hepimizin ‘’Bedir Abi’’ siydi

Tufanbeyli’nin Akçal Köyü’nden, Elif Halamın ve Köy Enstitülü eğitmen Halil Güneşer’in büyük oğluydu. Cemal amcamdan sonra, ailelerimizin en büyüğüydü. Adana’da, birçok kez vergi rekortmeni olmuş, et ve besicilik sektöründe büyük bir iş insanıydı…Uzun süredir beyninde yaşadığı amansız bir hastalık nedeniyle ağır ve acılı bir tedavi görüyordu. Zaman zaman bilincini yitirmesine karşın, Eylül ayındaki son karşılaştığımızda beni tanıdı. Yıllardır birbirimizi görmemiştik, Meliha yenge, ‘’Kim bu? Tanıdın mı?’’ diye sorduğunda, ‘’ Tanımaz mıyım?’’ dedi, adımı söyledi, ağladı. Yaklaşan sonu fark ediyordu.; ‘’Hakkını helal et, bir daha görüşemeyiz belki!’’ dedi. ‘’Helal olsun Bedri Ağabey, Hepimize baba gibiydin, esas sen hakkını helal et!’’ diyerek sakinleştirmeye çalıştım.

Yıllar önce, babam öldüğünde, toprağa verme işlemlerinden konukları ağırlamaya dek bütün hizmetleri o organize etti. Teşekkür ettiğimde kızdı, ‘’Senin babansa, benim de dayım, teşekkür ne demek!’’ dedi.

O katı ve heybetli görünümünün ardında yumuşacık, pamuk gibi bir yüreği vardı. Aile geleneğinden gelen geniş bir hoşgörüye sahipti. Siyasi eğilimleri bilinmesine karşın hiçbir zaman ‘’partici’’ olmadı, kimseyi ötekileştirmedi. Her partiden, her görüşten kişilerin sevgi ve saygısını kazandı…Devletle, bürokratik işleri dışında bir işi olmadı. Gücünü çıkarları için kullanmadı..

Çevre Bakanı İmren Aykut’un basın danışmanlığını yaptığım yıllarda, bir Adana gezisine gitmiştik. Akşam ziyaretine gittim. Gece geç saatlere dek konuştuk, şakalaştık. Sohbet arasında, işlem Ankara’ya gönderdiği bir dilekçeye üç aydır yanıt alamadığını söyledi. Para, pul işleriyle ilgili olmayan dilekçesinin kayıt numarasını zor alabildim. Bakanlara, milletvekillerine doğrudan telefon açtırma gücüne sahip olmasına karşın, Ankara’nın, dilekçesine yanıt vermesini ben sağladım…

Gözlerim dolu dolu, çocukluk günlerime dalıp gidiyorum. Ben, 5-6 yaşlarındayken, Saimbeyli ilçesinde oturduğumuz yıllardı. Ortaokula başlayan Bedir Ağabey bizimle kalıyordu.Okulla, derslerle pek ilgili değildi.Babamın anlattığına göre, Bedir Ağabey, babama bir gün şunları söylemiş:

‘’ Bu okuma da neymiş Dayı... Feke’nin Farsak’lardan şöyle güçlü bir katır satın alacaksın. Üzerine de iki küfe. Saimbeyli’nin kirazını, üzümünü dolduracaksın küfelere, götürüp Tufanbeyli’nin kıraç köylerinde satacaksın; bak sen o zaman paraya...’’

Babam, anlamış Bedir Abi’nin okumayacağını.Okul tatil olduğunda, güçlü bir katır ve iki küfe dolusu üzüm satın alarak Bedir Abi’yi köye göndermiş. Gidiş o gidiş. Bedir Abi, ticarete başladı, bir daha okula dönmedi. Bir iki yıl, katır sırtında Saimbeyli üzümünü, kirazını sattıktan sonra, kazandığı parayla büyükbaş hayvan alım satımına ve besiciliğe başladı. Köylerden topladığı büyükbaş hayvanları, Adana’da kurduğu besi çiftliklerinde besleyip etlendirdikten sonra mezbahalara sattı. Kasaplar Çarşısı’nda açtığı dükkânda perakende et de satmaya başladı.

Bir yaz, Adana’da ziyaretine gitmiştim. Öğretmen olan kardeşi Ziya, yaz tatilinde kasap dükkânında yardım ediyordu. Bedir Abi, ‘’Seninle bir şey konuşacağım’’ diyerek beni üst kattaki odasına götürdü.‘’ Sen, Ziya ile yaşıtsın, iyi arkadaşsınız. Ben, öğretmenliği bırak, ticarete atıl, diyorum, laf dinletemiyorum. Bir de sen söyle, belki senin sözünü dinler .’’ dedi. Yorum katmadan söylenenleri Ziya’ya aktardım. Ziya, birkaç yıl daha direndikten sonra, ticarete atıldı ve başarılı oldu….

Bedir Abi, Adana’da, et ve besicilik sektöründe, birçok kez vergi rekortmeni olmasına karşın, hiçbir zaman lüks bir yaşamaya özenmedi. Aile çevresinden, köyünden hiç kopmadı.

Saimbeyli’den sonra yaşamaya başladığımız köyümüzde okul yoktu. İlkokulu Akçal’da, Elif Halamın yanında okudum. Sonraki yıllarda, Adana’da, Bedir Abi’yi her ziyaret ettiğimde, ‘’ Anat hele anamla şu hikâyelerini’’ derdi gülerek. Sonsuzluğa uğurlarken o hikâyeleri bir daha anlatayım Bedir Abi’me…

Çocukluğumda, babam beni çok nazlı yetiştirmişti. Kışın dam kürümek, çatı loğlamak, ahırda hayvanların altını temizlemek nedir bilmezdim. Akçal ilkokulunda, çalışkan bir öğrenciydim. O köyün çocuklarına karşı mahcup olmamak için çok ders çalışıyordum. Küçükken çok radyo dinlerdim, bir çok radyo türküsünü melodisiyle birlikte ezberlemiştim. Sesim de güzel sayılırdı. Geceleri, beni Bektaş Dede’nın odasına çağırır, türkü söyletirlerdi. Köyün erkek çocuklar beni kıskanırdı. Kızlar ise, gizli gizli, kavurga ( sacda kavrulmuş buğday), üzüm leblebi koyarlardı avucuma. Halamın, benimle yaşıt oğlu İbrahim, beni atmaca gibi izler, çerezlerimden pay alamazsa, ‘’Anne, senin bu yeğenin bizim köyün kızlarına bakıyor!.’’ diyerek ihbar ederdi.Halam da bana arka çıkar,‘’ Baksın! Hangi kızda gözü varsa söylesin, isterim yeğenime…’’ derdi.

Elif Halamı köyde yalnız sayılırdı.. Bedir Abi, işleri nedeniyle Adana’daydı. Adil Abi, Kozan Barajı’nda çalışıyordu. Ziya, eğitmen olan babaları Halil amcayla birlikte Evciler Köyü’nde kalıyordu. Evde, bir tek İbrahim vardı. Ben de gittim, iki olduk. Halam bize ‘’mozıklerim’’( tosunlarım) derdi. Ama, başka kimsesi olmadığından, ev işlerini de bize yaptırırdı. İbrahim’le her gece ahıra, danaların altını süpürmeye giderdik. Ben, gaz lambasını tutardım, İbrahim de, hayvanların altını temizler, saman ve koyun gübresiyle kurulardı. Ahıra gitmek için yolumuz içi saman dolu samanlıktan geçiyordu. Her gece ahıra gitmekten, lamba tutmaktan bıkmıştım. Bir kurtuluş yolu arıyordum. Bir gece, samanlıktan geçerken bıkkınlıkla lambayı samana yaklaştırıp hafifçe tutuşturduktan sonra söndürdüm. İbrahim, Halayla yeğenin arasını açmak için fırsat kolluyor. Hemen koştu, ‘’Ana, ana! Senin bu yeğenin, az kalsın samanlığı ateşe veriyordu, zor söndürdüm!’’ dedi. Temiz, iyi yürekli, çabucak inanan bir kişi olan Halam, dizlerini dövdü; ‘’ Vış! Sen, benim evimi yakıp başıma yıkacaksın oğlum; gereği yok, bundan sonra ahır süpürmeye gitme!’’ dedi. O kış, yaza kadar bir daha ahırın yüzünü görmedim. İbrahim, bütün işleri tek başına yapmak zorunda kaldı. Bakmayın zaman zaman kıskandığına, İbrahim beni çok severdi. Köyün çocukları yabancıyılığımı fırsat bilip beni sıkıştırmaya kalkıştıklarında,İbrahim, aslan kesilir, hepsine meydan okurdu!

***

Dedim ya, sesim güzel sayılırdı. Yine bir gece ben, aynı zamanda Halamın dayısı olan Bektaş Dede’nin evine türkü söylemeğe çağırdılar. Kurnazdım. Yalancıktan bir iki öksürüp boğazımı temizlemeye çalışıyor gibi yaptım.Bektaş Dede’nin gelini Zeynep Abla anladı, boğazım yumuşatmak için bir çiğ yumurta getirip içirdi. Ondan sonra verdim eli kulağa:

Durma güzel durma doldur testini

Kınalamış on parmağın üstünü

İnsan unutur mu ay kız eski dostunu

Salını salını indin pınara

Kız senin derdinden oldum avara 

Gece geç eve geç döndüm. Sabah oldu, okula gideceğim. Ceketimi giymeye çalışıyorum, ama kolun bir türlü ceketin kolundan geçmiyor. Bir iki zorladım, baktım, ceketin koltuk altına dikilmiş yumru bir şey var. Söküp baktım, eski harflerle yazılmış bir muska.. Halam geldi,‘’ Oğul oğul, niye söktün onu. Sesin güzel, Akçal’lılar sana nazar değdirmesinler diye Bektaş Dede’ye muska yazdırdım.’’ dedi.

**

Bir de, Bektaş Dede’nin eşi Telli Ana ile hikâyemiz var:

Son bahar…Akçal Köyü’nde çok güzel aşılı armut ve ahlat yetişir. Harmanlar savrulmuş, samanlar kaldırılmış, kalabalık kuş sürüleri arta kalan buğday artıklarını toplamak için harman yerine konup kalkıyor.Ziya ile sohbet ederek dolaşıyoruz.Baktık, Telli Ana, eteğini ahlatla doldurmuş geliyor. Karşı gittik, ‘’Telli Ana, bize biraz ahlat versene!’’ dedik. Nedense, o anda cimriliği tuttu;‘’Yok yok kurban, bunlar ahlat değilk, tezek tezek’’ dedi. Bizden hızla uzaklaşmaya çalışırken, iki eliyle sımsıkı tuttuğu eteği birden boşandı, armutlar yere saçıldı.Koştuk yardım ettik, armutları yeniden eteğine doldurdu. Bize de birer avuç verdi artık…

***

Çok eskiden, köy köy dolaşıp, un, bulgur, yağ dilenen köy dilencileri olurmuş..

Altısöğütl’lü Hırrık da o dilencilerden biriymiş. O yıllarda, bir gece, Bektaş Dede’nin evinde Cem düzenlemişler. Toplananlar, dua ediyor, ‘’ Hızır yetiş imdadımıza! Hızır gel!’’ diyerek yakarıyorlar . Kış günü, dışarısı kar, fırtına! Gece ışığı gören dilenci Hırrık, Bektaş Dede’nin kapısından içeri dalıyor. Onu, yüzü, gözü bembeyaz karlar içinde görenler, ‘’Aha Hızır geldi!’’ diyerek Hırrık’ın etrafını sarıyorlar.Hızır’ın giysisinden bir parça alıp saklamayı kutsal bildiklerinden, başlıyorlar Hırrık’ın giysilerini çekiştirip yırtmaya!.Adam bağırıyor, ‘’Ben Hızır değil, Altısöğütlü dilenci Hırrık’ım diyorsa da söz dinletemiyor. Herkes giysilerinden bir parça koparyor. O arada Elif Halam geliyor, adamın sırtındaki paltonun yarısını sökü alırken,‘’ Her oğluma birer parça veririm, artanı da baba tarafıma gönderirim…’’ diyor.

***

Para, mal, mülk, hepsi yalanmış. Adana’nın yarısına söz geçen Bedir Ağabey, bu korona günlerinde yapayalnız gidiyor; üç- beş kişi dışında uğurlayabileni dahi yok!

Güle güle Bedir Ağabey! Işıkjlar içinde uyu! Yıldızlar yoldaşın olsun!

Aynı mezarlıkta birlikte uyuduğunuz babama, anneme, Avukat Elif Tuncer ve arkadaşlarına çok selam eyle!

Toplam 4439 defa okunmuştur.

Ali Haydar Nergis diğer yazıları:

YORUM YAZ

UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.