Hüseyin İnan
Nuri Dayım, " Haydi hazırlan, seni varın Sarıza, Cumhuriyet Şenliğine götüreceğim" dedi.
Dedemlerin, Sarıza bağlı İncemağara Köyünde ilkokul dördüncü sınıfa gidiyordum. Okulda, öğretmenimizin önderliğinde 23 Nisan ve Cumhuriyet bayramlarını kendi çapımızda kutluyorduk, ancak, kasabada, büyük kentlerde bayram nasıl kutlanır, bilmiyordum. Akşamdan defterimi, kalemimi hazırladım, Sarızdaki, Cumhuriyet törenini defterime bir bir not edecek, köye döndükten sonra, okulda ballandıra ballandıra anlatacaktım.
Sarıza gittiğimizde, çarşı bayraklarla donatılmış, tören alanının orta yerine yüksekçe bir kürsü kurulmuştu. Önce kaymakam ve belediye başkanı, ardından jandarma komutanı konuştu. Güleç, tombalak yüzlü bir bir kız, elini kolunu sallaya sallaya şiir okudu. Sonra, Kayseri Lisesinde öğrenci olduğu bildirilen bir gencin adı anons edildi. Genç, kürsüye doğru ilerlerken dayım, kulağıma eğildi, "Bu bizim Hüseyin, Kayseri Lisesinde sınıfı her yıl iftiharla geçiyor!"
Esmer, zayıf yüzlü, elmacık kemikleri hafif çıkık bir gençti. Özgüvenle, insanların gözünün içine baka baka ateşli bir konuşma yapıyordu. "Mustafa Kemal" diyordu; "Ulusal Kurtuluş Savaşi" diyordu. "Mavi gözlü bir dev!den söz ediyordu. Hüseyin konuştukça, onu tanıyan Sarızın yoksul köylüleri, şapkalarını sallayarak sevinç gösterisinde bulunuyordu.
Hüseyin, konuşmasını bitirdikten sonra kürsüden indi, yanımıza geldi, Nuri Dayımın eline eğildi; dayım öpmesine izin vermedi. Sonra, beni gördü; adımı sordu, saçlarımı okşadı.
Nuri Dayım, "Benim yeğenimin de sesi güzeldir Hüseyin abisi, zamanın olsa da bir dinlesen, bütün radyo türkülerini ezbere bilir. Çok dokunaklı Erzurum Dağları söyler" dedi. Hüseyin, "Öyle mi?" diyerek gülümsedi. Ağzındaki dişleri bembeyaz, inci gibi sıralıydı... Hüseyinin yüz anlatımlarını, davranışlarını dikkatle izliyordum. O anda kafamda şimşekler çakmaya başladı; büyüyünce ben de Hüseyin gibi olacaktım. Konuşmalarının tamamını anlayamasam da, böyle bir akrabamız olduğu için onur duyuyordum.
Tören bitti, kalabalık dağılmaya başladı. Hüseyin, "Haydi, eve gidelim, karnınız acıkmıştır"dedi. Fazla nazlanmadan evin yolunu tuttuk. Büyük caddede biraz ilerledikten sonra dar bir sokağa saptık. Bahçe içinde, tek katlı, üzeri toprakla örtülü bir evde oturuyorlardı. Hüseyinin babası Hıdır ve amcası Kamil İnanın, Sarızda hazır giyim mağazaları vardı. Kan davasından öldürülen Ziya Amcamın eşi Zülfü, Kamil İnanla evlenmiş, eski akrabalığımıza yeni bir çentik atmıştık. Hıdır ve Kamil amcalar da bayram nedeniyle o gün dükkânlarını erken kapatarak eve dönmüşlerdi.
Nuri Dayım, Hüseyinin Cumhuriyet Şenliğindeki konuşmasından övgü ile söz etti. Kamil Amca, "Boş laf karın doyurmaz diyerek elini salladı.Hıdır Amca, Hüseyinden yakındı: "Nuri Efendi, bu çocuk batıracak beni. Dükkânı beş dakika emanet edip bir yere gidemiyorum. Alışverişe gelen Dallıkavakın, Tavlanın, Çağsakın, Ördeklinin çulsuz köylülerine parasız mal vermesi yetmiyormuş gibi, bir de doktor, ilaç masraflarını kasadan karşılıyor." Hüseyin, dayımın yanında tartışmaya girmek istemedi. Yemekten sonra odasına çekilirken beni de çağırdı. Henüz lisede okumasına karşın, odası yerden tavana dek kitaplarla kaplıydı. İçeriklerini bilmesem de raflardaki, masanın üzerindeki kitaplara dokundum, şaşkınlıkla,"Bunların hepsini okudun mu?" diye sordum; yine gülümsedi... Resimli kitaplardan birine dalmışken dayım, "Kalk, gidiyoruz!" dedi. Zülfü Teyze, o gece evlerinde konuk kalmamızı istedi. Akşam oluyordu. Gitme zamanıydı. Veyve Ninem, Çirin teyzem davarla, malla başa çıkamazlardı. Köyün yolunu tuttuk. Yol boyunca Hüseyinin odasını düşündüm, ben de onun gibi odamı kitaplarla dolduracak, çok çok okuyacaktım...
Ertesi gün, okulda Cumhuriyet Şenliğini anlatırken, tıpkı Hüseyin gibi, sesimi yükseltiyor, elimi, kolumu sallayarak konuşuyordum: "Şimdicik, bizim orada bir de akrabamız vardı, adı da Hüseyin İnan... Yani çok bilgili..O da konuştu orada... Yani, bu Hüseyin İnan, bizim akrabamız olur, biliyonuz mu?" Anlatırken, beni kıskanan okul arkadaşlarıma bakıyordum.
Her yılın mayıs, haziran ayları, Tufanbeyli, Sarız, Göksün köylerinde "mezar ayları"dır. Geleneklere göre, sonbaharda veya kışın ölenlerin gömütlerine bu aylarda mezar taşı dikilir. Gömüt törenlerine bütün akrabalar, çevre köylüler davet edilir. Babamın babası Haççe Ali dedem o kış ölmüş, haziran ayındaki gömüt törenine Zülfü Teyze de çağrılmıştı.
Zülfü Teyze, Hüseyinle birlikte geldi. Elimde bir kuş sapanıyla yanlarına gittim; Hüseyin, beni anımsadı, okulumu, derslerimi sorduktan sonra, "Kuşları vurma! Yavrulama mevsimidir şimdi. Analarını öldürüsen, yavruları yuvada acından ölür" dedi. O gittikten sonra sapanı kırıp attım, bir daha da elime hiç sapan almadım. Hüseyinle son görüşmemizdi bu; bir daha hiç karşılaşmadık.
12 Mart 1971 darbesinden sonra, Deniz Gezmiş ve Yusuf Aslanla birlikte idam edildiklerinde, Ankara Atatürk Lisesinin ikinci sınıfına gidiyordum. Hüseyini, o lisede okurken tanımıştım. Şimdi ben liseye giderken o idam edilmişti. Türkiye Cumhuriyeti, 50. yılını kutlamaya hazırlanırken, 7- 8 yıl önce, törenlerde kendisine övgüler düzen, okullarında iftihar listelerine giren Hüseyin inan ve iki arkadaşının boynuna yağlı ipi geçirivermişti! İdam edildiklerinde Hüseyin 23, Deniz ve Yusuf 25 yaşındaydı. 6 Mayıs 1972 günü, idam haberini sabah erkenden radyodan öğrendim. Hava kapalı, kurşun gibi ağırdı. Sınıf arkadaşım Mürselle birlikte o gün okula gitmedik. Sıhhiyede, Orduevinin yanındaki küçük parkta oturduk; ben,hıçkıra hıçkıran ağlıyuordum. Mürsel, elini omzuma koydu, az ilerdeki orduevini göstererek kızdı: Ağlama, dedi; ağlayacaksan da git, başka yerde ağla!"
( Not: Bu yazı, 5 yıl önce Cumhuriyet gazetesinde yayımlandı)
YORUM YAZ
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.