Bombayı sevmeyi öğrenmek
Üçüncü dünya savaşı tartışmalarının alevlendiği şu günlerde, ister istemez “bugünlere nasıl geldik?” sorusu insanın zihninde en boş anlarda aniden ampul misali yanarak huzur kaçırıyor. Doğrusu üçüncü bir ‘cihan harbi’nin çıkması ikincisi bittiği günden beri her daim ihtimal dahilindeydi. 1962 senesinde Amerika ile Küba arasındaki füze krizi yaşandığında da insanlar, günlerin sonuna yaklaşılıyor olabileceğinden endişelenmişti. Amerika ikinci dünya savaşını atom bombasıyla bitirmişti, şimdi üçüncü savaş, bir diğer ‘dev karnabahar’ ile mi başlayacaktı?
Bu durum Amerika’da ve dünyanın geri kalanında bir ‘nükleer anksiyete yarattı’. Her an birtakım çılgınlar düğmeye basabilir ve düşmanları da ona misilleme olarak kendi başlıklarını harekete geçirebilirlerdi. Soğuk Savaş’ı soğuk tutan muhtemelen bu korkuydu. Ne olursa olsun hiç kimse dünyanın koca bir kumula dönmesi riskini göze alamıyordu. Bu büyük tehlike ve onun getirdiği kaygı, belki de bir diğer global savaşın önüne geçmiş oldu.
Yine de bu felaketin yaşanmaması, onun her an yaşanabileceği endişesinin muhafaza edilmesinin önüne geçmedi. Zaman zaman, daha doğrusu ne zaman dünyanın büyük güçleri arasında bir gerilim yaşansa, sokaktaki bizler “acaba?” diye sorma molaları vermek zorunda kaldık.
Beri yandan günümüzde siyaset, insanları daha az temsil eder bir noktaya geldi. Amerika’da Obama devri geçtiğinden beri neredeyse tüm seçimlerde seçmenler ‘karşı taraf kazanmasın’ duygusuyla sandığa gidiyor. Geçen sene biz de bu tarz bir seçim yaşadık. Fransa’da iki turlu sistem bir şekilde ‘aşırı’ sağcıların iktidarını önledi. Ama bu durum halkın Macron’a bayıldığı gibi bir duruma yorulmadı. Zira bir kez daha radikalin yerine ortayolu koruyan ‘50+1’ sistemi Fransa’yı kurtardı. Ama DeGaulle’un, Mitterand’ın sahip olduğu karizma bir kenara, sadece Fransa’da değil, neredeyse dünyanın hiçbir yerinde siyasiler ‘sevilmiyor.’
İşte böyle bir noktada kimse yöneticilerinin kendileri için en iyi olanın kararını vereceği umuduna sahip değil. Belki de bu iyi bir şeydir. Zira ilk iki dünya savaşını, halklarının gözü kapalı sadakat gösterdiği monarşiler ve cumhuriyetler başlattı. Yöneticileri yine herkes sevmiyordu, ama devlete sadakat duygusu, özellikle okumuş kesimde çok daha güçlüydü. Böyle bir dönemde o ‘aydın’ idareciler halklarının hayatını masaya sürdüler ve dünyaya çok zor günler yaşattılar. Bu noktada belki de günümüzde siyasilerin ‘basiretsiz’ olması dünyanın geri kalanına belli bir tetikte olma duygusu vermek bakımından faydalı görünüyor.
60’lardaki nükleer anksiyeteyi en iyi anlatan filmlerden kara komedi Dr. Strangelove’un sonunda, eski Nazi olan Strangelove aniden fabrika ayarlarına döner. Acaba dünya da buna benzer bir dönüşü yaşayacak mı? Seferberliklerin, yaşını küçültüp askere gidenlerin devri geri gelecek mi? İnşallah gelmez.
Beri yandan 1945’ten beri aralıklı da olsa devamlı artan refahın ve gelişen teknolojinin nimetleri sayesinde insanlık olarak tüketmeye epey alıştık. Bir anlamda ‘dünya malına’ fazla bağlandık. Tüm bunların birkaç gün, belki birkaç ay içinde tuzla buz olması fikri belki de o yüzden bu kadar korkutuyordur. Umuyorum ki her ‘trend’e çabucak alışan modern insan, ‘bombayı sevmeyi’ daha yavaş öğrenir.
YORUM YAZ
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.